bugün günlerden woolgatherers.



"çocukken ne mutluyuzdur. ışık, mantığın sesiyle nasıl da körelir. bu hayatta taşı düşmüş yüzükler gibi dolanıyoruz. ama sonra bir gün, bir yerden köşeyi dönüyoruz ve bir de bakıyoruz ki karşımızda, yerde yatıyor; mücevher gibi kesilmiş, ışıl ışıl bir kan damlası... hayalet değil, gerçek. dokunup rahatsız edersek yok olabilir. ama bir adım atmazsak da, hiçbir şey düzelmeyecek. bu bulmacayı nasıl çözeceğiz? bir yolu var. dua edin. kendi duanızı söyleyin. nasıl söylerseniz söyleyin, fark etmez. çünkü bittiğinde, saklamaya değer tek mücevhere, bağışlamaya değer tek tohuma siz sahip olacaksınız."

Diye bitiriyor kitabını Patti Smith. "Çoluk Çocuk" ile kaybettiğim benden içeri beni bulmama yardım ederken, bu kez "Hayalperestler" ile çocukluğumun renkli bahçelerine götürdü beni bugün. Gülümsetti, elinde az sonra sırtıma sokuşturulacak havlu ile peşimden koşan anneme, gizli gizli günlüklerini okuyup kendisine şantaj yaptığım için günlüklerinde hep yalnızca derslerine çok sıkı çalıştığını yazmak zorunda kalan ablama, iş çıkışı mahallenin köşesinden döndüğünde koşa koşa bacaklarına sarılıp elindeki poşetleri kurcalamaya giriştiğim babama, gece annem ışığımı kapattığında kurduğum birbirinden fantastik düşlerime yolculuk yaptım bugün.

Bugünkü davranışlarının, karakterinin belirgin özelliklerinin temelini çocukluğunda çok net bulabilirsin.
Annemin çoğunlukla uğraşı sağlıklı bir çocuk olmam yönündeyken, babam "özgür, duyarlı ve disiplinli" bir çocuk olmam için uğraştı. Ben ilk ikisi ile fazlasıyla haşır neşir olduğumdan üçüncüsünü olmaya fırsat bulamadım. Hep dağınıktım. Odam da, okul çantam da, aklım fikrim de hep dağınıktı benim. 
Bahar ayları geldikten sonra özellikle, mahalleden çıkmamak kaydıyla, sokağa çıkmam serbestti. Annemin çizdiği sınır mahallenin çıkışında bitiyordu ama o ülke sınırıydı; benim reel dünyam komşu üç mahalleyi de kapsıyordu. O yüzden saklambaç oynarken mahallenin dışına çıkan arkadaşlarımı "şşşş! dünya turu yok!" diye uyarırdım. Hayal dünyam ise ışık kapandıktan sonra renklerle ışıl ışıl şekilleniyordu ve orada apartman duvarları ile sınırlandırılmış mahalleler yoktu.

Sokağa çıkmama izin vardı ama mutlaka akşam yemekleri beraber yenilir, (ezan okunmadan eve gel.) ardından beraber haberler seyredilirdi. Yemekte "Yalan Rüzgarı", yemekten sonra haberler içimi sıkıyordu ama odama kaçamazdım. Babamın kucağında haberleri seyretmek zorundaydım. Haberler bittikten sonra babam sabırla sorularımı cevaplardı. 
"Gelişmekte olan ülke ne zaman gelişir?"
"Enflasyon yenir mi?"
"Biz şimdi ablamla sarı elma koalisyonu kursak?"
"Tansu Çiller de işiyor mudur baba?" (önceleri de yazdığım bu soru, işte çocukluğumun haber bültenlerinden temelleniyor.)

Haberler bittikten sonra genelde keyfim kaçar odama gidip Bosnadaki çocuklar için şiirler yazardım.1994 elektrik mühendisleri odası ajandasında "Savaş düşlerimi yıktı" diye bir şiir var, sanırsın sekiz savaş gördüm sağ çıktım.

Bir süre sonra babam benim politik sorularımı cevaplamaktan sıkıldı ve ben kendimi kitaplara verdim. Çoğunu anlamıyordum ama anladığım kadarı bana yetiyordu. Sonra ben zıvanadan çıkınca babam kitap okumamı yasakladı. Ben de annem ışığı söndürdükten sonra bizim evin emektar sarı el feneriyle yorganın altında okumaya devam ettim. Fakat  bu da uzun sürmedi. Bir gece üzerimden yorganın kalkmasıyla hissettiğim serinlik ve ardından  karanlığın içinde gözlerimin babamın sert bakışlarıyla buluşmasıyla bu katakullim de son buldu. O gece babamın bakışlarında, o durumda kızması gerektiği için ölçülü bir öfke ve yaptığım şeyin aslında hoşuna gittiğini de gizleyemeyen tatlı sert bir ifade vardı. O günden sonra bu bakışlarla sık sık karşılaşacaktım.... Babam anneme aşkla, ablama gururla, bana da işte hep bu ifadeyle baktı hayatım boyunca.

Sonra... Sonra, melankolik bir ergen, ardından kafası karışık bir yetişkin oldum. "içimdeki çocuk" geyiği, dışıma taştı, büyüyememek hep hatalara ön ayak oldu. Yüzüğümden düşen taşları farkettiğimde hava kararmış, hoca ezanı okumuş, oyun, çoktan son bulmuştu. Haber bültenlerinde ise, hala insanlar "gelişmekte olan ülke" yalanıyla uyutuluyordu...



                                                         *********



Dipnot: Çocukken sık sık düşeriz, dizlerimizdeki yaralara hep yenileri eklenir ama hiç acımaz. Sırf avutmak için çubuklu şeker versinler diye ya da ilgi görmek için numaradan ağlarız... 
Büyüyünce de zaman zaman düşeriz,içimiz kanar, çok acır, ama çaktırmamaya çalışırız.İlla ağlayacaksak evimizin odalarında yalnız ağlarız. Büyüyünce üzerine düştüğümüz yerler, uf olmaz çünkü, ah olur, aah ah olur.



Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...