Temiz olanın lekelendiği, doğru olanın karalandığı, iyi olanın yok edildiği, saf olanın çürütüldüğü bir zamanda, biz, insanlar yani, ne kadar gerçek olabiliriz? O, cebimizden çıkarıp adamına göre takındığımız yüzlerimizden, hayat tecrübelerimizden öğrendiğimiz taktiklerimizden ne kadar vazgeçebiliriz?

Maskelerimiz; bizim zırhlarımız. Bu yüzden; gün içinde gülümsüyor, dişlerini sıkıyor, sinirlenip susuyor, zulasında biriktirdiği ifadeleri takınıyor insan; gece olunca herkes kendi bencilliğiyle uykuya dalıyor. Gördüğümüz rüyaları unutmamız bu yüzden belki. Rüyalar, kendimize söylediğimiz yalanların çetelesi.

İçinde bulunduğun planlı sistem, örneğin patronuna, hislerini söylemeni engeller çünkü. Söylersen zam isteyemezsin. Senin içinden renkler taşar, belediye şehrin bütün merdivenlerini griye boyar. Eski bir arkadaşın,en iyi şairlerin en aşık dizelerini paylaşır, en güzel arabası olanla evlenir.

Çünkü aşk, artık yazıldığı gibi yaşanan bir dil değil. 
Adamına göre bürünülen romantik bir yaşam formu yalnız.



                                                         *****



-Eskiden bütün bunlardan sıkılınca şehirden giderdin, diye böldü münasebetsizce.

- İyileşebilecek kadar gidebilir misin mesela? dedim.


-İşte, bütün bu gitmeler, hep o "uyuyunca geçer"ler yüzünden, dedi.












Didem.




İki dudağını sıkı sıkı birleştirip tükürükler saçarak p harfini zorlayan bir çocuk, oturduğum masanın dibinden yirmi saniyede bir, hızla geçiyor. O, masanın köşesini teğet geçtikçe ben dudağımı ısırıyorum. Sonunda dayanamayıp, gazetemi okumaya devam ediyormuş gibi yaparak avucumun içiyle çaktırmadan masanın köşesini kapatıyorum. Döne döne Pıfpıfflayan uçak taklidi yaparken, elimin üzerinden rüzgarı geçiyor üç kez daha. Kocaman gözleriyle esmer bir kız çocuğu.
Annesi, kolundan tuttuğu gibi ağzına sıkı bir tokat yapıştırıyor. Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. O esnada, bir daha çocuk doğurmaması için kadının rahmine saman doldurduğumu hayal ediyorum.
Oysa ne büyük risktir kız çocuklarını kırmak, ne tehlikelidir. Öyle boşluğa düşüp ahlaksız edepsiz olacaklar diye değil. Kız çocukları, kırılan yerlerinden tomurcuklanıp büyürler de ondan. Kırıklarından sürgün vererek büyüme sürecini bir türlü tamamlayamayan kadınlar, birbirlerini hastalıklı dallarından tanırlar. Güneşe dönük yüzlerinden, anlık sararıp solmalarından ve hiçbir toprağa kök salamayışlarından tanırlar birbirlerini. Sorgusuz sualsiz kök saldıkları toprak kayıp giderse yüzleşecekleri köklerinden korkarlar. Dikbaşlılıkları, toplumsal öğretileri alaşağı etmiş korkularındandır çoğu zaman: Bağlandıkları ilk kaya parçası kayıp düştüğünde vazgeçerler ait olmaktan; pek tabii sahip olmaktan...

Devrimci kadınlardır...
Çünkü yaşadığın toplumda böylesi makbul görüldüğünden, söylenenden bir adım ötesine geçmeyen, porselen tabaklar biriktirip, serpilmeye başladığı andan itibaren kendisini henüz var olmayan kocasına hazırlayan genç kadın olmak, yüksek bir –İhtimaldir; aynı toplumun kınayan ifadelerine karşı sükunetle dik durmaya çalışmak ise; İhtilal.
Dik durmak, bedeli yetiştiğin topraklara göre değişen iddialı bir eylemdir kadın için…
ve kimi toprakları vardır ki dünyanın, sınırları cehalet ve kanla örülür.
Ait olduğu coğrafya ne kadar acılıysa;
boyun eğmeyen kadınlar,
o kadar erken ölür.


                                                               ***********            



-Didem Yaylalı; giyim tarzından, yaşam tarzından, Haziran direnişine verdiği destekten ötürü fişlenmiş bir hakim adayıydı. Hakkında göstermelik soruşturmalar açıldı, karalandı, onuru kırıldı, umutsuzluğun karanlığına sürüklendi. 26 yaşında, bir otel odasında hayatına son verdi. 
Elbiselerimizde, bedenimizde, aşklarımızda, sokaklarımızda dolaşan kirli elleri kurduğunuz boktan düzenin; gün gelip kendini boğazladığında, size rağmen umut edebildiği için, heybetinize rağmen kafa tutabildiği için yaşamını yitiren çocukların güzel gülüşleri, zamanla tesir eden bir zehir gibi dolaşsın damarlarınızda. 
Ettiğiniz son duanın dilini unutun da, katlettiğiniz gülümsemeler mıh gibi kazınsın aklınıza.


Akıttığınız kan dolusu, amin.





Bir ülkenin akıbetini, halkının hafızası belirler. Senin, için taşarken; damla damla dolar.Sen kulaklarına inanamazsın,o sabırla duvarlarına işler, işittiği hakaretleri. Sen haykırırsın, o göğsünde avutur oğlunu yitirmiş anneleri. Hüküm giydirilmiş aydınlarının, hakları gasp edilmiş çocuklarının, kadınlarının, hakarete uğramış yoksullarının öfkelerini tane tane biriktirir genzinde. Ölümü, istatistiklere geçmek üzere sıradan rakamlar olarak telaffuz edilen maden işçisini , yaşadığı haksızlığın hesabı sorulmayan tekel işçisini, koca koca masalarda yapılan kirli pazarlıkları, parsel parsel satılan güzelim toprakları, tek ayrıntıyı atlamadan avuçlarına kazır. Sabrının dolduğu gün, ateşe verilen üç tane çadırın alevi, Haydarpaşa'nın aleviyle birleşir içinde. Bir halkın hafizasına kazıdığı bütün haksızlıklardır sokaklara dökülen an itibariyle. 
Şimdi sabrımızdan taşanlarla karşılaşıyoruz her sokak başında. Tekrar tekrar hatırlıyor ve hatırlatıyoruz. Farkında olmadıklarımızı, hızla fark ediyoruz. Televizyon kumandalarının ilk on tuşunda yer alan kanallardan duyduğumuz haberlere verdiğimiz tepkileri sorguluyoruz ve kendimizde düzeltmeler yapıyoruz. Artık daha iyi anlıyoruz Uludere'deki köylülerin anlatmak istediklerini. Reyhanlı'nın altında yatan gerçekler, şıp diye beliriveriyor zihnimizde kendiliğinden. Bize bir deli gömleği gibi giydirilmek istenen cehaleti kitlesel bir aydınlanma ile söküp atıveriyoruz. İçimizden, kirletilmesine izin vermediğimiz yanlarımız çıkıyor. Yalnız ailemize, en yakın arkadaşımıza gösterdiğimiz yakınlığı ve katıksız iyiliği; hiç tanımadığımız, önceleri herhangi bir sebeple pek de haz etmediğimiz herhangi birine, hiç farkında olmadan gösteriyoruz artık. Popüler kültürden cebimize doldurduklarımızla siyasal öfkemiz birleşince, tepkime ürünü olarak; canımız acırken kahkaha attıran mizah yeteneğimiz çıkıyor. Çok canayakın çocuklarız, öfkelenince "öpsem olur mu?" diye soruyoruz. Az önce biber gazı kaynaklı astım krizi geçirmişken, durmuş barikatta iki demir parçası bir araba lastiğiyle ritm tutuyoruz. Bacağından yaralı kız dans ediyor, şahsımıza münhasır silahlarımızla meydan okuyoruz.  

Ölüyoruz. 
Ölmek için fazla umutluyken. Tam da hissetmişken insan olmanın, bir olmanın, boyun eğmemenin tılsımını, ilk sevgiliyi öperkenki heyecanla dile getirirken yutkunduklarımızı, kafatasımızdan vuruluyoruz. Hayatta kalmanın zor olduğu bir ülkede yoksulluk sürdüğümüzden biliyorduk pisi pisine öleceğimizi fakat, böylesi bir kalleşliği hesaba katamayacak kadar temiz kalmıştık.

Kendi paylaşım alanlarımızda, yaşadığımız acıyı ve öfkeyi, kendi dilimizde yansıttık. Toplu halde aynı videoyu izlerken ağladık, aynı anda sinir krizleri geçirip kahkaha atarak, kısa süreli kitlesel bir duygu bozukluğu yaşadık. Söyleyeceklerimizi dinlemek yerine canımızı almayı tercih etmeleri; bizlerde, olgunlaşmaya ve güzelleşmeye yönelik hızlandırılmış paket program işlevi gördü,  bu açıdan; bir ay önce, eline biber gazı kapsülü verip bu ne? diye sorsalar bir tür organik göz altı kapatıcısı zannedecek genç kızımızın mücadele ruhunu uyandırmak başarısının önünde saygıyla eğiliyoruz. Fakat bu ülkenin yakın tarihinde; yalan yanlış bir gazete haberi ile; insanların, ayrım gözetmeksizin aynı mahallede dertsiz tasasız yaşayıp giden farklı kökenlerden komşularına iki gün boyunca ne zalimlikler ettiğini, türlü düzenbazlıklarla insanların galeyana getirilip mezhep çatışması adı altında yüz elli insanın katledildiğini, birilerinin kulaklarına fısıldanan yobaz söylemlerin, bir otelin, içindeki aydınlık insanlarla beraber ateşe verildiğini göz önünde bulundurursak,
camide skandal! başlıklı atraksiyonlarını samimiyetsiz ve tehlikeli buluyoruz.
Geçmişte denenmiş ve başarılı olmuş yollar var iyi kalpli boyun eğmeyen insanları katletmek, onları sindirmek için, fakat içimde günlerdir süreçle beraber bir ağlayıp bir gülen, öfkesini umutla dindiren ses, bana dönemin nesnelliğinden bahsediyor, bu kez farklı, diyor. İdeolojik boşluklarımızı da doldurursak, böyle hızla güzelleşen bir nesil, günün birinde kendi güneşli yarınlarını yaratacaktır. Demem odur ki, istediğin kadar sök at yeşilleri, üzerine bas çiçeklerin, tohumlar saçılmışsa bir kere, mevsimi geldiğinde dallanmalarına mani olamazsın. Halkının hafızasına kazıdığın tüm haksızlıklar, o tohumlara can olur, tarih böyle yazmış, böyle yazacaktır.


Sorular tükendiğinde, umut da tükenir. Sorular sormaktan vazgeçtiğimiz yerdeydik. Bu topraklara üzülerek bakmaktan da geçmiş, bu kadar haksızlığa, sömürüye, kısıtlanan yaşam alanlarımıza, birbiri ardına eklenen toplumsal yaralarımıza rağmen dili lal olmuş bu ülkeyi nasıl seveceğimizi bilemez hale gelmiştik. Bu ülkede, bu ülkeyi çok sevdiği için bedeller ödemiş insanların çocukları, torunlarıydık da, örselenerek uyuşturulmuştuk. Uyuşan yerlerimizden sevemiyorduk.

Önce bir karıncalanma oldu, sonra yavaş yavaş açılırken uyuşukluğumuz, hissetmeye başladık. İşte o an, 
hep beraber, bu ülkeyi,
acıyan yerlerimizden sevmeye başladık.

Yutkunduğumuzu sandığımız öfkelerimiz genzimizde yer etmiş, büyük bir gürültüyle haykırdık. Kökeninden, ırkından, tuttuğu takımdan, inancından, bir sürü sudan sebepten  nefret ettiğimizi sandığımız o adamın omzundan güç aldık, onunla daha güçlüydük, memnuniyetle anladık. Düştük, savrulduk, vurulduk, nefessiz kaldık, ama belki de hayatımızda ilk kez "direniyor"duk, ve bize aslında ne kuvvetli olduğumuzu hatırlatan bu eylemden feci bir haz aldık.

Bize hayatın içinde kendi kurdukları oyunlarda hayali mücadele alanları yarattılar. Başkalarının oyunları içinde birbirimizin seçilmiş düşmanları olduk. Silahlar seçtiler, kılığımıza, rengimize, uyruğumuza, heybetimize göre. Televizyon koltuğunda cehaletle kuşatıp, sınav salonlarına, stadlara, kampüslere, dağlara, meydanlara saldılar. Makamlarına yayılmış salya akıtarak izlerlerken...

Günlerden bir gün, kendini oyundan dışarı atabilen bir kaç güzel insanın peşinden, olması gerekene vardık.
Yeşille çıktık yola, çıktığımız yollarda kaybettiğimiz soruları bulduk. Bütün renkler olduk. 
Hırpalanmış yerlerimizde emeği geçenlere teşekkürler, birbirimizin yaralarını sararken çoğaldık.
Vurulmuş, susturulmuş, tutsak edilmiş, kanatılmış bir ülkenin yenilmişleriyken, işte böyle güzel çocuklar olduk.

Oyun kurucularınıza, minnetle...



Fotoğraf: Eser İnan Arslan




kafamızın üstündeki klişe bulutlar.




Ne kadar sorgularsan, o kadar uzaklaşırsın alışmaktan. Yazmak; elinde büyüteç, bir profesör edasında en yakından bakma biçimi olduğundan yaşadıklarına, bir süredir yazmıyorum. 
Boşları toplayan bir garson kadar kendimi otomatize etmiş vaziyette yaşıyorum hayatı, ki bazen bu otomatizasyon, bütün yolları denemiş olduğundan, aklını daha az zorlaman için son çare olabilir.

"Bir zamanlar büyük ihtimalle soluklarını birbirlerinin yanaklarında hissettiklerinde kalp atışları üç katına çıkıyordu." diye geçiriyorum aklımdan, metroda karşımda oturup hiç konuşmayan yaşlı çifti seyrederken. Kendilerini izlediğimden habersiz olduklarından emin ve olası bir frene karşı gövdem sıkış tepiş insanların gövdelerinin garantisinde, asla gerçekte nasıl olduğunu öğrenemeyeceğim hikayelerini yazıyorum kafamda. Sadece yanyana oturup, tek kelime etmeseler de karı-koca oldukları anlaşılıyor. Çünkü tarifi zor bir biçimde birbirlerini tamamlıyorlar. Ellerini dizlerine koyuşları ve istemsiz parmak hareketleri bile aynı. Birbirlerine kahvaltı hazırlayıp hazırlamadıklarını, kaç yıldır el ele tutuşup yürümediklerini, sofra kurup karşılıklı rakı içip içmediklerini merak ediyorum. Yüzlerindeki kırışıklıkları hayal gücümün kıvrak fırça darbesiyle silip, otuz yıl öncelerine dönüyorum, kısa süre önce birbirlerine aşık olmuş, yanak yanağa gülümsüyorlar. O insanları, bu yorgun ihtiyarlar yapan hayata feci şekilde canım sıkılıyor. Onlar ise geçmişleri hiç yaşanmamamış gibi bakıyorlar. Sanki bu yaşta ve birlikte dünyaya gelmişler; birinin ruhu, ötekine kaynamış böylece birbirlerinin uzuvları haline gelmişler. Geçmiş, güzel olduğunu bildikleri fakat yolda görseler çıkartamayacakları eski bir film yıldızı gibi. Bu geçmiş meselesine takılıp kalıyorum.

Geçmişlerini unutanlar, benliklerini de unuturlar mı?
Geçmişini unutan bir adam, yine öyle mi tutar çay bardağını örneğin? Kadın, yemeye devam eder mi tırnaklarını? 

Yaşlı Adam, kadına doğru hafifçe başını çeviriyor ve gözleriyle fakat göz göze gelmeden bir işaret çakıyor. Kadın, ilişkilerindeki itaatkar rolü kanıksamış, yavaşça doğruluyor gözlerini çevirmeden, yine başarılı bir senkronizasyonla kalkıyorlar. Ölümden korkmuyorlar belli ki, birbirlerinin gözlerine baksalar yıllarla yitirdiklerini görmekten korktukları kadar. 

Oysa, diye mırıldanıyorum içimden,  televizyonun karşısında meyve soyarken, kestiğin elma dilimine bıçak batırıp yan koltukta uzun oturan aşık olduğun insana uzatmak ne büyük lüks artık. Bu lüksün farkında olmadan ölecek olan onlar mı, tüketip tüketip aşkı soğan zarı kıvamına getiren bizim mi daha vahim halimiz?

Tekrar otomatik moda alıp kendimi, bir durak sonra iniyorum. Bu otomatizasyon olmasa, aktarma istasyonundaki merdivendeki insan trafiğine takılmamak için iner inmez koşmaya başlayamam. İnsanların iteklemelerine kayıtsız kalamam ve çaktırmadan merdiven kuyruğuna yandan girmeye çalışamam. Var gücümle ve en yüksek ses tonumla oradaki herkesin, sistemin sadık koyunları olduğu ana fikrine sahip bol küfürlü bir konuşma yaparak oradan uzaklaşırım. Ve fakat, belli bir yaştan sonra sürekli söylenmeye programlanmış mutsuz teyzelerin mırıltılarına aldırmadan merdiven kuyruğuna yandan girmeden hemen önce, alışmaya çalıştığım hayatı sorgulamamam maksadıyla icat ettiğim otomatizasyon tuşuma basıyorum. Başka renk koyun olmam, koyunluğumdan birşey eksiltmiyor ve tabii kurtarıcı tuşum sayesinde bunu da düşünmüyorum.
Böylece, ikinci ulaşım aracına aktarıyorum kendimi. Yine sıkış tepiş hikayeler, insanların kafalarının üstündeki balonlarda büyük harflerle yazan, "İşe gidiyorum ve patronumdan nefret ediyorum.", "Birkaç gün bari, bir yerlere kaçsam...", "Hay ben böyle belediyenin..." cümleleri tanıdık. Gözlerimle etrafı tarayıp onlarca düşünce baloncuğu arasında farklı bir cümle ararken, kafamı kaldırıp kendiminkine bakıyorum... boş. Düşünce balonum, kocaman bir beyaz bulut gibi bomboş tepemde duruyor. Bunun ifadesizlikten çok bir protesto şekli olduğunu bildiğimden, şaşırmıyorum. İçimde köpüren dalgalar, beni zor kullanmadan kaçırıp kaçırıp bir yerlere götürdü ve son yolculuktan sonra, ellerimi karnımın üstünde bağlayıp "benden bu kadar" diyerek kendi hayatımı pazar gecesi sineması izler gibi izlemeye başladım. Ekrandaki esas kız, artık bana hiç benzemediğinden, olacakları öngöremeyip, merakla izliyorum. 
Müdahale etmiyorum, çünkü bir kez vazgeçtikten sonra insan; sonrasında kaç kez ve neyden vazgeçtiğinin pek önemi kalmıyor. Yolculuklara, kaçıncı kilometrede özlemeye başlayacağını bilerek çıkıyorsun. Bağlandığın herşeyden kendini "kurtarabildiğin" kadar; boynuna bağladığı masa örtüsüyle koltuktan koltuğa atlayan bir çocuk kadar süperkahramansın artık. Düşünmek, üzülmek, aşık olmak gibi insani duygulardan izole yaşayabilmek için poposundan tuş icat eden bir süperkahraman.
Hafta içi sıradan bir toplu ulaşım sabahında, kendini yenilgilerden, öteki olmaktan; aynı zamanda diğerleri gibi olmaktan, koyun olmaktan, köle olmaktan, baş kaldırmaktan, kendi ruhundan, gizlediklerinden, korkularından, hırslarından, başkalarından korumak için bilumum mahrem yerlerinden icatlar peşine düşmüş insanlara bakıyorum. - Başını cama yaslamış olanlara özellikle- soruyorum.





Hangimizin hüzünlü hikayesi daha sükseli?













"hoşçakal" dedi adam.
"hoşçakal" dedi kadın.
Semayı titreten bir ah çektiler,
Kimseler duymadı.
Kalabalıktı, 
Duysalar çok ayıp olurdu.



"Teslim ol ve yavaşça elindeki kitabı yere bırak!"



                         
Bu ülkenin topraklarına doğdum ben. En kalabalık şehrinin bir göçmen mahallesinde yürümeyi öğrendim. Hacı bakkallar kapanmamıştı daha, başka şehirlerdeki yaşıtım yüzlerce çocukla aynı anda Eti puf aldım, ambalajıyla sinek yakaladım. Coğrafya derslerinde sınır kapıları anlatılırken hep sebebini sorgulasam da yine de ayrıcalıklı sevdim yaşadığım coğrafyayı. Enflasyonun ne demek olduğunu haberlerden öğrendim, memurların geçim sıkıntısını babamdan; geri kalan pek çok şeyi roman kahramanlarından... 

Geceleri kitaplığımdan düşerlerdi bir bir. Düşerken komik olurlardı, gülerdim.
 Yenildikçe ve her defasında dizlerimden kuvvet alıp doğruldukça; kurduğum hayallerin daha değerli olacağını fısıldardı Don kişot.
”Yaşamak için ne çok neden var! Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz!” derken Martı Jonathan Livingston; 
"Tabi ya!" derdi Küçük Kara Balık; " Benim de geceleri gözüme uyku girmiyor düşünmekten! Hayat, yalnızca yemek yemek, uyumak ve dünya sandığımız bir gölde yaşamak olmamalı..." diye eklerdi bildik heyecanıyla.
Şeker Portakalı'ndan düşen Zeze; ne kadar zor olursa olsun yaşamak; istersem hayata tutunmanın pek çok yolu olduğunu anlatıyordu. Bir gün bana, "Elimden gelse; seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre konuşurdum." dedi, "O kadar yola nasıl benzin yetiştiririz ki?" diye sordum; şahsına münhasır cevapladı: 

" Gider gibi yaparız..." 
                                                                   ***

Topraklarında yaşamak iyice zorlaştığında; okuduğun haberlerle boğazına yeni ve yutması güç yumrular eklendiğinde, daha çok sahiplenirsin ellerine doğduğun ülkeni. Onlarca Martı Jonathan parmaklıklar ardındayken; Don Kişot olacak kuvveti ararsın döne döne. Günlerden bir gün, yutkunamadığın yumru, tecavüze uğradığı için aile meclisi kararıyla öldürülüp kefensiz gömülen on beş yaşındaki Hatice olur; on yedi yıldır her Sekiz Ocak; Metin Göktepe'nin hiç yaşlanmayan gülümseyişi.

                                                    ****

Ne demiştik? Ellerinin temiz olduğundan emminsen, Pandora'nın kutusunda hep yeterince umut vardır.

Zeze olsa olsa "Gider gibi yapar", Metin'ler kayalıkta yeşeren renkli çiçekler gibi Göktepe'nin gamzelerinden doğar ve hikaye hep yeniden başlar;

"... ama yavrulardan biri, küçük bir kırmızı balık, o gece hiç gözünü kırpmamış. Sabaha dek hep denizi düşünmüş... düşünmüş..."

                                                                  





Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...