Mutlu yıllar, Pandora!




Zeus, Tanrıların ateşini çalan Prometheus'dan intikam almak için; içine evrenin bütün kötülüklerini sığdırdığı kutuyu, Prometheus'a ulaştırması için Pandora'ya verir, Pandora bir kadındır ve merakına karşı koyamayarak kutuyu açar, böylece ne kadar kötülük, sıkıntı dert keder üzüntü varsa etrafa saçılır, fakat Pandora son bir hamle ile kapağı kapatınca insanları bu kötülükler karşısında avutacak hissiyat kutunun içinde kalır: Umut. Nietzsche'ye göre insanların  umudu iyi şans olarak yorumlaması bir yanılgıdan ibarettir.

Umut, kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.


Yine yılın son ayına geldik ve yeni bir yıl başlangıcının bir takvim dönümünden ibaret olduğu gerçeğini umursamayarak önümüzdeki üçyüzatmışbeş günlük zaman dilimi ile ilgili bir sürü şey umut etmeye başladık. Ondan geriye doğru sayıp, 1 den sonra sıfırı saymayıp yanımızdakilere sarılacağız. Yeni yıla nasıl girersen bütün bir yıl öyle geçermiş diyerek sevgililerimizi öpeceğiz. Birbirimize peluş oyuncaklar hediye edeceğiz. Dünyanın dört bir yanında havai fişekler patlarken; biz, renkli umutlar yeşerteceğiz geçen yılbaşı olduğu gibi.



Ertesi gün bir çocuk daha ölecek bir duvar dibinde, yanı başımızda bir ülkede. Kapılar ardında yapılan çok gizli toplantılarda dünya üzerinde herhangi bir coğrafi bölgenin geleceği hakkında kararlar alınacak. Toplantı sonrası basın toplantısında barış mesajları verilecek. Sonra içinde ağaçlar olan, çocuklar, anneler, sokak hayvanları, evler, hayatlar olan herhangi bir kara parçasını, banka hesabının yüzde yirmisi karşılığı mülk edinecek birileri. Bir geç adam, otuz bir Aralık'ta yaptığı gibi, bir genç kızın poposunu avuçlayıp inecek otobüsten, sonra evine gidip, aşık oldu diye kız kardeşinin ağzını burnunu kıracak. Siyasiler, yaşanmışlıklarının intikamını almak için iktidara gelmeye devam edecekler, Şubatlar, Eylüller, Martlar, Ergenekonlar, "balyoz" gibi inerken tepemize, anamız babamız içerde değilse fark etmeyeceğiz, kırk yıllık anestezinin etkisi ile geçtiğimiz yılın best of şarkılarını dinlemeye devam edeceğiz. İlaç firmaları kanser araştırmaları fonunu bu yıl da yeni satış stratejileri doğrultusunda harcayacak ve yarın örneğin bir devlet hastanesinin koridor sonundaki odasında bir kişi daha ölecek. 

ve ben, toprağın yağmur sonrası bu kadar güzel kokmasını, o koridor sonundaki odada verilen son nefese bağlayacağım yine.


                                                                   ****  



Yılbaşını kutlarken; Pandora'nın kutusuna dokunmadan önce ellerinin yeterince temiz olduğundan emin olmalısın.



                                                                    ****




"Peki sen neden hala umut ediyorsun?" diye sordu.

"Başka hiç kimse beni Ay'a o kadar yakın hissettirmedi de ondan..." dedim.








Ofsayt veyahut nutella.


"Her şeyin üst üste geldiği" anlar vardır. "Daha kötüsü olamaz" diye içinden  geçirdiğin anda zihnin, olabilecek daha kötü ihtimalleri gözünün önüne getirir. O andan itibaren kederli bir zorunluluk olur memnuniyet artık.


Kötü; yaşın ilerledikçe aslında o kadar da 'kötü' olmadığını anladığın göreceli bir tanım iken, değerli olan senin duyarlılığınla orantılı olarak yarattığı aydınlanmadır. O anda sigaranın külünü kahvenin içine dökebilir, ya da uzamış külü düşünce, işaret ve orta parmağının iç kısmını yakabilirsin.


Bu aşamaya gelmeyenler; televizyon dizileri veyahut nutella ile oyalanabilir, sadece ön dişlerini fırçalayıp çapkınlığa çıkabilirler. 'Daha kötüsü olamaz' anında farkettiği acizliğini ve hüznünü, uyanışa geçmiş egosu unutturabilir ve asla bir Zeki Demirkubuz filmini tam olarak anlayamazlar.

Parmakları su toplayan kişi ise, eskiden hüzünlendiği şeylerin artık sinirlendirdiğinin, eskiden sinirlendiği şeylerin de artık hüzünlendirdiğinin farkına varır. Olmak istediği kişi ile insanların olmasını istediği kişi arasında gidip gelen şeyin, biraz Don Kişot'u biraz Şirin Babayı anımsatan aslına en yakın kopyası olduğunu fark eder.


Gece vakti bir sokakta karşı kaldırıma hızla geçen bir kedinin o sokağı daha hüzünlü yaptığını ve balkonda oturan insanların salondakilerden daha mutlu olduğunu düşünür. Ofsaytın ne demek olduğunu bilir ve "11 tane adam bir topun peşinde hulelejeıje..." diyen bir kıza rahatlıkla anlatabilirse de aşık olduğunda beyin fonksiyonlarını yitirip gerizekalı olur.


 Bir şehirde insanlar deniz kıyısında yaşadıklarını yalnızca haftasonları hatırlıyorsa; o şehirde, söylediklerinin biraz daha zor anlaşılacağını bilir. Bu yüzden, çoğu zaman dediklerine kanmış gibi yapar. Tavan yapmış egolara karşı yenilmişi oynarken gocunmaz.

Cuma akşamüstü İstiklal Marşı'nda art niyetsiz birbirini dürten çocukların, 'dağılabilirsiniz'in son hecesi sonlanmadan müthiş bir enerji ve görünmez bir basınçla çekirgeler gibi topluca fırlaması ile tekstil fabrikasındaki akşam paydosu arasındaki farkı görür. 

Herhangi bir insan ırkını bir diğerine üstün gören zihniyete daha çok düşman olur ve sırtını bu düşünceye dayayarak bir insanı ölüme terk etmenin soğukluğunu kavramaya çalışır. Anladıklarından çok anlayamadıklarından korkması gerektiğini anlar.

Instagram filtrelerinden geçen deniz manzaralı ayaklar ve doğum günü pastalarını, iyi niyetli ama samimiyetsiz bulur çünkü filtreden geçmeyen yalnızlıkları hisseder. Kötü esprilere güler gibi yapamaz artık, fakat ustaca konuyu değiştirir. Gülme eylemine ihanet etmek istemez. 

Çünkü yaşaması zor bir ülkede gülümsemek, yerinde ama sık tekrarlanması gereken bedelsiz bir başkaldırıdır. 




                                                                        ****


- Gözlüklerin gözündeyken aslında göremediğini farketmezsin. Beni suçlamaya gelirken çıkar onları.









monologist.




Midem bulanıyor, dedi. Hatıraların da son kullanma tarihleri var mıdır? Bozuldular galiba, kokusu ağzıma geliyor.

İçinde saklamasaydın. Bir kitabın arasında durabilirdi, poşetleyip yatağının altında bazanın içinde saklayabilirdin. Çaktırmadan duvara sürseydin parmağınla, dolmuşta iki koltuğun arasına sıkıştırsaydın, ya da deniz gören bir yükseğe, bir ilköğretim okulunun bahçesine gömseydin. Bozulurlar tabi, güzel olan herşey bozulur dedim.

Karşıma geçmiş bir de akıl veriyorsun. Anılar, sonsuza kadar yitirilmiş anlar bütünüdür ve doğada, yitirilmiş olanın bozulma ihtimali yoktur, dedi. 

Kuş kadar aklınla kafa buluyorsun, dedim. Hayatını geçmişe göre kalibre etmeye çalışmandan bahsediyorum. 

Tavuk şinitzel mideme dokunuyor dedi.

o son kadehi içmeyecektim, dedim.

Daha önce hiç duymadığım bir küfür etti ve gitti.



                                                     ***




- Köprünün altından geçen sular, uzak nehirlere döküldü ve ben bazen bu hissiyatı insanlara anlatacak kadar türkçe bilmiyorum.




                                                                                    ****

dolunayda insan olan kurt adam



Medyayı takip şeklimiz, sosyal ve siyasi duruşumuz hakkında ipuçları verir.


Eskiden benzer bir haber kanımızı dondurur, gözlerimizin dolmasına sebep olurken, bugün şöyle bir göz gezdirip magazinsel tarafı daha güçlü, algımıza daha çok hükmeden bir başka habere rahatlıkla atlayabiliyoruz artık. Güneydoğudan gelen kötü haberin başlığını okurken, gözümüz iphone5in teknolojik özelliklerine takılıyor. Bu bir bilinçaltı davranışı ve temellerinin atılışı takriben benim jenerasyonumun doğduğu yıllara denk geliyor.  


Bu sabah, uzun zamandır ilk kez, gazetede bir röportajı okurken, boğazımdaki düğüm, gözlerimde çözüldü. İçimde uyanan öfkeyi, koca bir hüzün, alaşağı etti.


Ayşe Arman'ın; Soner Yalçın'ın oğlu Aren ile yaptığı röportajı daha önce okumamıştım. Ülke siyaseti, iktidar sarhoşluğu, kodaman medya patronlarının siyasi/maddi ilişkileri, basın özgürlüğü... herşeyi bir yana bırakıp, babamın küçük kızı olarak okudum Aren'in yanıtlarını. 


Ayşe Arman soruyor; 

Babanla karşılıklı neler kaçırdınız?
"Bir sürü yeni çıkan sinema filmini." diyor Aren, ve başlıyor saymaya. 
"İzcilikte yapılan iki veli kampını...
Onun iki, benim de iki doğum günümü.
İki Babalar Günü’nü... 
Maçları izlemeyi...
Yaz tatillerini. Birlikte geçireceğimiz iki yazı kaçırdık. 
Babam bana cezaevi görüşünde bir hikâye fikri verdi. “Kurt Adam”ın tersini yazmak. Hikâyenin kahramanı kurt, normal hayatında sevimli bir kurt ama akşam dolunay çıktığında, insan olan bir katil. Bu hikâyeyi beraber yazacaktık. O olmadığı için, ben kendim başladım. O da düzeltecek. Kaçırdığımız daha bir sürü şey var... "

Karanlık, insan yaratılmışları, katile dönüştürür, Sevgili Aren. Baban ve onun gibilerinin aydınlığı ise gözlerini alır, bilmezler ki aklın aydınlığı cezaevi duvarlarını aşar, hücreleri, örümcek ağlarını ve gözlerimizin önündeki perdeyi.

Yine ilk günkü umudunu yitirme, karanlıkla katil olan kurtlar, bundan bin yıl önce de vardı, bizden sonra da olacak. Sen insanlara ışığınla şapkalarını göster, yeter. 
O insanlar da alsınlar şapkalarını önlerine koysunlar.
Çünkü bir milletin, bütün yetişkin bireylerinin topluca işlediği en büyük yüz kızartıcı suç;

umutsuz çocuklar yetiştirmektir.


Vitamin





Çocuklar "ikiekmek bigaste"  almaya gönderilmiş, para üstünü vermeyi unutmuş taklidi yapacaklar eve gidince. Bugünü iyileştiren iki şey; kahvaltı ve gazete bitince insanlar miskinleşecek, bir gün önce ne kadar güneşli olduğunun bir önemi yok; yüzde yüz hava kapanacak. Akşam evler ütülenmiş çamaşır kokacak. Günaydın, bugün pazar!

İskelenin orada bir bankta oturdum. Saklanmak niyetindeysen en kalabalık yerlere gideceksin. Telefonumun kulaklık girişi bozulmasaydı dinlerdim- adındaki şarkı listesini düzenliyorum kafamda. Pek tabii başka şeyler düşünmemek için. 

Ürkütmemek, rahatsız etmemek istercesine belli belirsiz selam vererek yanıma oturdu. Elinde yine koca bir fincan kahve. Sade, şekersiz. Zamana yenik düşmeyip aynı kalan alışkanlıklar listesinin başında.

"Sen sanki küçülmüşsün. Eskiden daha yaşlı görünüyordun."
"Saçlarımı boyatmayınca böyle oluyor." 
"Daha mı iyi, daha mı kötü karar veremedim."
"Saç boyalarının kokusu genzimi yakıyor."
"Bence kuaföre gitmek için fazla kararsız bi'tipsin, o yüzden. Kuaföre ne istediğini bilen kadınlar girer."
"Genzimi yakıyor!" dedim sinirle,
"hadi ordan.. " dedi gülümseyerek.

Sigarasını çıkardı, yaktı, geç bile kaldı. Çektiğinin iki katı duman üflemesinin mantığını çözmeye çalışıyorum yıllardır. Yine aynı şeyi yaptı. Çakmağı ikimizin arasına koyarken, banktaki kalp içine alınmış harfleri fark etmemiş gibi yaptı. Bir yandan denize bakarken; tırnağıyla kazımaya başladı çaktırmadan, hırsla. 

Sonra dayanamadı.. "çocukken ne çok kandırmışlar bizi!"
" Bana yine mutlu sonla biten masallardan bahsetme" dedim. "Anlatmaya başlamadan masal anlatacaklarını söylediler bize. Kimse seni kandırmadı, sen inanmak istedin."
Geri çekildi, 
"Ama çok yoruldum..." dedi. Sesi çok uzaklardan geldi, göğüs kafesinden, hem bütün gün yaramazlık yapıp yorulmuş, uykuya dalmak üzere çocuk vardı sesinde, hem görmüş geçirmiş ters köşeye yatmış bir kadın.
"Pergelin ucundaki kalem de tükenir," dedim. "Ama nihayetinde ömrü boyunca tek yaptığı boktan bir dairedir."
"Suç kalemde değil, pergelde o halde?" 
"Sorarlar adama, yazılacak o kadar hikaye, resmedilecek yıldızlar, şehirler ve aşklar varken ne diye girdin o pergelin içine diye! "

"çok sevmiştir belki." dedi.

Sustum. 
                                                                   ******



Kalkarken bakıyorum, kalp içine alınmış harfleri kazıyarak bir tavşan yapmış, belli belirsiz gülümsüyorum.

"tırnağın kırılmış!" diyorum...
"vitaminsizliktendir..." diyor.


-Kendine yalan söyleyebilmek bile asgari bir düzenbazlığı gerektirir. 
                             

                                                         






Bazı şeyler var, yazamıyorum.

-havalar bozdu, camı pencereyi kapatmak lazım. üşütüyor.

moments in movements

                            


Bir şehre, o şehrin insanlarının arasına, eve, odaya, işe yerleşmen zaman alır. Bunların ardına iyelik eki takamazsın uzunca süre. İyelik ekleri aidiyet belirtir ve fakat, sana ait oldukları; maddi bir gerçektir yalnız, maneviyatında aidiyetini sorgular, uzunca süre bulamazsın. 'Taşınma'ları böyle havada asılı kalmış ruh halleri izler ve sen o -im ekini aslında hangi şehrin, hangi ev ve hangi ön adın ardına takman gerektiğinin cevabını uzunca bir süre bulamazsın.

Aslında, yeni olan herşeyi sevdim ben ve derhal eskittim. 

Evet, beğenerek aldığım bütün kıyafetleri o günün akşamına giymek istedim. Ayıp olmasın diye giymemezlik yapmadım hiç. Çocukken de öyle tuttururdum illa giyecem diye, annem giydirmez, bayramlara saklardı. Büyüdüğüme yalnız bu sebepten ötürü sevinmiş olabilirim. 
Fakat büyüdükçe kavramların içleri anlamsızca doluveriyor. Örneğin; 'yeni' ; tüm çekiciliğine rağmen; 'eski'nin yitirilişini çağrıştırıyor. Arkasından 'alışmak' geliyor, ve süreç; popüler deyimle 'adaptasyon süreci'. 
O kadar da önemli değil, insan zaten alışmaya programlı bir varlık. Hatırlayarak vicdanlarımızın sırtını sıvazlıyoruz. O şarkı çaldığında susup dinlemezsek,  masadaki bardağa gözlerimizi dikip, camında hatıralarımızı görmezsek rahatsız oluyoruz. Belki de unutmamız, unutulma ihtimalimizi akla getiriyor ve insan, korkar  unutulmaktan. Unutulmak bizi herkes yapar ve hiç kimse, herkes olmaktan hoşlanmaz. 
Çünkü ara sıra birileri girer hayatımıza,bizi özel olduğumuza inandırır ve gider.
Onlar gittikten sonra da biz inanmaya devam ederiz, aksinin ispatından pek haz etmeyiz.

bugün, tam yirmiiki kez iç çektim, altı fincan kahve ve onsekiz dal sigara içtim. Dört kere 'keşke', bir kere 'iyi ki', oniki kere "anti oksidan" dedim.Yürürken üç kişiye boş boş, bir kişiye ters ters baktım. İşyerindeki çekmecemde bir paket jelibon buldum, dişlerimle çekip uzata uzata hepsini bitirdim. Bir sürü sorular sordum yine içimden.

*
-adaptasyon süreci diye birşey yoktur. iyelik eklerini gittiği yere götürebilenler ve başkasının cebinde ya da paspasın altında unutanlar vardır.

*
-hayat böyledir ama. Bi bakarsın kabukların kaşınmaya başlamış.

none.



elimdeki kitabı ani bir refleksle sinek savar olarak kullanıyorum. pişman oluyorum sonra çok. ıslak mendili bu gibi durumlarda çok seviyorum.

hiçbirşey, yetmeyecek. okumadan önce orta sayfaları koklanan kitaplar, sözcükler, gülücükler, yepyeni güzel şarkılar, en güzel eski şarkılar, şehirler, gezip tozmalar, alkolle bayılmalar, kahveyle ayılmalar, feribotta burnuma gelen deniz kokusu. en güzel anlarımda hep noktalı yerleri doldurma telaşında olacağım.



yokluğun kaşıdıkça, hep yara oluyor içimdeki sivilceler.










fill in the blanks



Asla doldurulamayacak boşluklarımız var. Mutlu taklidi yaparken bize mağrur gülümseyen irili ufaklı daireler içimizde. Acımaz, kanamaz, yalnız elini atsan boşluk hissi, sokulsan temiz hava. Köprücük kemiğinle omzun arasındaki çene şeklindeki boşluk, o kadından; ötekinin burnu o yokluğa küçük gelecek.

Yalnız bu coğrafyada nefes alıp verirken bile her gün yeni bir boşluğa gebe ruhlarımız.

İlk kez gittikleri şehirlerde ölürken oğulları, her öğlen başka bir anne sol yanını gömüyor bu ülkede. O gecekondu evinin bahçesinden yükselen sesinde babanın, farkındalık değil avuntu var. Baba söyledikçe, Sağ oluyor bu vatan. Sokaklarda otuz yedi yerinden aldığı bıçak darbesiyle kocasının elinde can veriyor kadınlar; siyasilerin olayı şiddetle kınamasıyla haber bülteni sona eriyor. Kumandanın tek tuşuyla; yılın en iyi çıkış yapan pop şarkıcısı, içi boşalan insanlığımız için söylüyor.

                                                          ****
Her geçen gün, biraz masumiyetimizden, biraz vicdanımızdan veriyoruz. Soruları çalınmış sınavlarda geleceğimizi ve renklerimizi yitiriyoruz. Maviyi ve diğerlerini. Sevdiğimiz omuzlarda çene şeklinde boşluklar bırakıyoruz, ellerimizde köprücük kemikleri, lades oynuyoruz hayatla. Birbiri ardına eklenen küçük büyük sevgili boşluklarım, ne varsa yitirilen; beni yenemezsin dünya,

Aklımda!


one more suitcase







Yastığımı yatağın ayak ucuna koyup dizlerimi karnıma çekerek yatıyorum. Müzik yok. Gözlerim geziniyor. Duvardaki "give peace a chance" afişi, duvarlara monte bolca kitap rafı, dikiş ipleri ile sarkıtılmış 45lik plaklar, 80lerden kalma crown marka radyo, pembe çevirmeli telefonum, minolta fotoğraf makinesi, bilimum genetik, patoloji, anatomi textbookları; her objede bir ya da birkaç saniye bekleme yapıyor bakışlarım. Parmaklarımı iç organlarımda gezdirmek gibi birşey bu. Hepsi bana ait. Kaybetmiş ve yeniden bulmuş gibi değilim. Hep burada ve bana aitlerdi, görmüyordum yalnız. Kendimde açtığım koskoca bir yarık sayesinde hepsine dokunabiliyorum artık. Yaramı dikene kadar böyle yabancı gibi dokunmaya devam edeceğim onlara.

Dönmek, gittiğin yerin yanına kattıkları ile geçmişine varmaktır. Yaşadıklarının; daha uzak bir geçmişe izdüşümüdür.


Valizlerini elinden bıraktığın an duyduğun ev kokusu, bir tür karşılamadır, o kokuda biraz hatıraların, biraz misafir kolonyası, en çok annen vardır.
Her zaman en az bir valiz fazlasıyla dönersin.  O artı bir valiz, senin gittiğin yerden, bir gün geri döneceğini hesaba katmadan edindiğin eşyalarla doludur ve onları koyacak yer bulman haftalarını alır. Artı bir valiz, senin hayatını yeniden inşa etmeye gösterdiğin dirençtir artık. İçindekilerle birlikte valizi evin bir odasına bırakıp üzerine kapıyı çekersin. "şimdiden özledim" geçer içinden. İçinden çıkarıp odaya kapatırsın onu da.

Hayat, sıfıra meyilli bir göstergedir ve sıfırla yüzleşmek cesaretidir dönmek.


İçinde bulunduğun zaman diliminin göstergesi ise saatlerdir ve üzerlerinde yalnız sayma sayıları vardır. Senin göstergen o an sıfırı gösteriyor olsa da ve hiç de öyle hissetmesen de zamana dahil olmuşsundur aslında, 

ve o zaman diliminde, aynı boylamda yer alan diğer insanlar gibi senin için de, uyanma vaktidir. 




                                                 ***********


Dipnotsorusu: O değil de sahi, neresi sıla, neresi gurbet?




il y'avait une fois...

                       


Dünya, içinde milyonlarca hikaye olan mavi kaplı bir kitap.

İnsanların hikayeleri durmadan birbirleriyle kesişiyor. Kendi hikayemizi yazarken aynı zamanda başka hikayelerin kahramanları oluyoruz... Kimisinde yardımcı rolde, kimisinde iz bırakan, kimisinde karşıdan karşıya geçerken göz göze gelinen bir a kişisi. Kimi zaman zincirleme tesadüflerle kesişiyor hikayelerimiz, kimi zaman kendiliğinden, sırf öyle olması gerektiği için. Birbirimizin hayatlarında yer bulmamızı sağlayan ise tek bir cümle aslında; iki farklı hikayede aynı anda kurulan...

Bir insanı sevmeye başladığın yer cümlelerdir.


Baktığında, konuştuğunda, dokunduğunda içinden dökülen cümleler kadar yer bulur kahramanların hikayende .  Hiçbir zaman sayısını öğrenemeyeceğın cümleler içinde kullanıldığın kadar varsın kesiştiğin hikayelerde... Senin görüp okuyabildiğin; hikayelerinizin ortak alanıdır yalnız. Geriye dönük hatırlatmalarda kaç kez adının geçtiğini, ya da bir bardak rakının yanında nasıl betimlendiğini asla bilemezsin... Zira, beraberken kurulan ve hikayelerimize yazılan ortak cümlelerin anlamları bile yalnız cümlenin sahibinde gizlidir.

Adam; kadının "Bir fincan çay daha?"
diye sorduğunu yazar;
Kadın; ona gitme, dedim... der. 
biraz daha kal yanımda.


Cümleler ard arda birleşip bir yol ayrımına çıktığında, yazdığın cümleleri geriye dönüp tekrar tekrar okuyarak hikayenin gidişatına karar vermek zorunda kalırsın... ve hikayen, bir şehirlerarası otobüs terminalinde mekan değiştirirken; ardında kalan şehirde yarım kalmış bir iç hikaye bırakırsın...  Yeni paragraflara gebe yol alırken; hikayende birinci tekil şahsın başını otobüs camına yaslamış uzun uzun iç çektiği yazar, aklı fikri, ilk kez açık bırakmadan çıktığı koridor lambasında evinin. 
Şu hayattaki en dramatik şey, geri kalan kısmını yalnız iki kişinin okuyabildiği yarım kalmış bir hikayedir ve en büyük imtihandır hayatta; bizzat geçtiği mekanı, yazamadığın hikayeyi okuyarak terk etmek.

Her yeni yol ayrımında bir silgiye ihtiyaç duyarsın. Yahut geriye dönük noktalama rötuşları yapabileceğin sihirli bir kaleme. Geçmişteki bir noktayı baş aşağı uzatsan her şey düzelecek gibi hissedersin. Fakat kendi zihninde sihirli bir dokunuşla virgüle çevirdiğin küçük noktanın, kahramanı olduğun hikayede nokta olarak kalacağı gerçeğini değiştiremezsin...
Velhasıl hoşçakal asla bir virgül değildir. Kalemin en sert darbesi,  hikayenin keskin virajıdır.


                                                                            ******                                                                 

Dipnot: Bizim hikayelerimizde, gökten üç elma düşmez. Düşse düşse ayva düşer. Afiyetle yeriz.
Biz dünyalılar buna -aşk- deriz.


bugün günlerden woolgatherers.



"çocukken ne mutluyuzdur. ışık, mantığın sesiyle nasıl da körelir. bu hayatta taşı düşmüş yüzükler gibi dolanıyoruz. ama sonra bir gün, bir yerden köşeyi dönüyoruz ve bir de bakıyoruz ki karşımızda, yerde yatıyor; mücevher gibi kesilmiş, ışıl ışıl bir kan damlası... hayalet değil, gerçek. dokunup rahatsız edersek yok olabilir. ama bir adım atmazsak da, hiçbir şey düzelmeyecek. bu bulmacayı nasıl çözeceğiz? bir yolu var. dua edin. kendi duanızı söyleyin. nasıl söylerseniz söyleyin, fark etmez. çünkü bittiğinde, saklamaya değer tek mücevhere, bağışlamaya değer tek tohuma siz sahip olacaksınız."

Diye bitiriyor kitabını Patti Smith. "Çoluk Çocuk" ile kaybettiğim benden içeri beni bulmama yardım ederken, bu kez "Hayalperestler" ile çocukluğumun renkli bahçelerine götürdü beni bugün. Gülümsetti, elinde az sonra sırtıma sokuşturulacak havlu ile peşimden koşan anneme, gizli gizli günlüklerini okuyup kendisine şantaj yaptığım için günlüklerinde hep yalnızca derslerine çok sıkı çalıştığını yazmak zorunda kalan ablama, iş çıkışı mahallenin köşesinden döndüğünde koşa koşa bacaklarına sarılıp elindeki poşetleri kurcalamaya giriştiğim babama, gece annem ışığımı kapattığında kurduğum birbirinden fantastik düşlerime yolculuk yaptım bugün.

Bugünkü davranışlarının, karakterinin belirgin özelliklerinin temelini çocukluğunda çok net bulabilirsin.
Annemin çoğunlukla uğraşı sağlıklı bir çocuk olmam yönündeyken, babam "özgür, duyarlı ve disiplinli" bir çocuk olmam için uğraştı. Ben ilk ikisi ile fazlasıyla haşır neşir olduğumdan üçüncüsünü olmaya fırsat bulamadım. Hep dağınıktım. Odam da, okul çantam da, aklım fikrim de hep dağınıktı benim. 
Bahar ayları geldikten sonra özellikle, mahalleden çıkmamak kaydıyla, sokağa çıkmam serbestti. Annemin çizdiği sınır mahallenin çıkışında bitiyordu ama o ülke sınırıydı; benim reel dünyam komşu üç mahalleyi de kapsıyordu. O yüzden saklambaç oynarken mahallenin dışına çıkan arkadaşlarımı "şşşş! dünya turu yok!" diye uyarırdım. Hayal dünyam ise ışık kapandıktan sonra renklerle ışıl ışıl şekilleniyordu ve orada apartman duvarları ile sınırlandırılmış mahalleler yoktu.

Sokağa çıkmama izin vardı ama mutlaka akşam yemekleri beraber yenilir, (ezan okunmadan eve gel.) ardından beraber haberler seyredilirdi. Yemekte "Yalan Rüzgarı", yemekten sonra haberler içimi sıkıyordu ama odama kaçamazdım. Babamın kucağında haberleri seyretmek zorundaydım. Haberler bittikten sonra babam sabırla sorularımı cevaplardı. 
"Gelişmekte olan ülke ne zaman gelişir?"
"Enflasyon yenir mi?"
"Biz şimdi ablamla sarı elma koalisyonu kursak?"
"Tansu Çiller de işiyor mudur baba?" (önceleri de yazdığım bu soru, işte çocukluğumun haber bültenlerinden temelleniyor.)

Haberler bittikten sonra genelde keyfim kaçar odama gidip Bosnadaki çocuklar için şiirler yazardım.1994 elektrik mühendisleri odası ajandasında "Savaş düşlerimi yıktı" diye bir şiir var, sanırsın sekiz savaş gördüm sağ çıktım.

Bir süre sonra babam benim politik sorularımı cevaplamaktan sıkıldı ve ben kendimi kitaplara verdim. Çoğunu anlamıyordum ama anladığım kadarı bana yetiyordu. Sonra ben zıvanadan çıkınca babam kitap okumamı yasakladı. Ben de annem ışığı söndürdükten sonra bizim evin emektar sarı el feneriyle yorganın altında okumaya devam ettim. Fakat  bu da uzun sürmedi. Bir gece üzerimden yorganın kalkmasıyla hissettiğim serinlik ve ardından  karanlığın içinde gözlerimin babamın sert bakışlarıyla buluşmasıyla bu katakullim de son buldu. O gece babamın bakışlarında, o durumda kızması gerektiği için ölçülü bir öfke ve yaptığım şeyin aslında hoşuna gittiğini de gizleyemeyen tatlı sert bir ifade vardı. O günden sonra bu bakışlarla sık sık karşılaşacaktım.... Babam anneme aşkla, ablama gururla, bana da işte hep bu ifadeyle baktı hayatım boyunca.

Sonra... Sonra, melankolik bir ergen, ardından kafası karışık bir yetişkin oldum. "içimdeki çocuk" geyiği, dışıma taştı, büyüyememek hep hatalara ön ayak oldu. Yüzüğümden düşen taşları farkettiğimde hava kararmış, hoca ezanı okumuş, oyun, çoktan son bulmuştu. Haber bültenlerinde ise, hala insanlar "gelişmekte olan ülke" yalanıyla uyutuluyordu...



                                                         *********



Dipnot: Çocukken sık sık düşeriz, dizlerimizdeki yaralara hep yenileri eklenir ama hiç acımaz. Sırf avutmak için çubuklu şeker versinler diye ya da ilgi görmek için numaradan ağlarız... 
Büyüyünce de zaman zaman düşeriz,içimiz kanar, çok acır, ama çaktırmamaya çalışırız.İlla ağlayacaksak evimizin odalarında yalnız ağlarız. Büyüyünce üzerine düştüğümüz yerler, uf olmaz çünkü, ah olur, aah ah olur.



Biz,siz,O'nlar...



Herkese kısmet olmayacak şey, "aşkla" anılan bir ölümdü onunki. Rahmet dileyen, hemen ardından ekliyordu haber bültenlerinde, sosyal medyada:  "Yaman aşkı"na kavuştu! Bu yüzdendir ki, bana ölümü, günümü-gençliğimi, en çok aşkı sorgulattı Meral Okay; bir kez daha, bu kez giderayak...
Pek çokları gibi ben de eşinin ardından yazdığı o içten yazıyı vefat haberini aldıktan sonra okudum. Aşık olma halini ve dahasını aşkı gibi katıksız yalansız dolansız nasıl güzel anlatmış...
Bu toplumun yaşantısının her yönüyle 12 Eylül'den öncesi ve sonrası diye ayrıldığı konusunda hemfikiriz pekçoğumuz da; yalnızlığımız ve aşksızlığımızla bu kadar alakalı olduğunu; Meral Okay'ın gidişi ve ardından okuduğum o yazı ile bu kadar net ayırt edebildim.
12 Eylül öncesini ve acılarını yaşamış, yara almış, saramamış o güzelim umutların mimarı, kocaman yürekli insanlar gibi olamayız biz. Onlar gibi aşık olamayız, dost olamayız, beceremeyiz, çünkü eksik büyüdük biz. Bu eksikliğimiz paçalarımızdan akıyor, yarım yamalak sözcüklerimizden, yaşam tarzlarımızdan, görmeyen gözlerimizden... Bu yüzdendir ki onlar gibi bakamayız biz.
Aşk bir sızma hali değil, neslimizde. Usul usul sızamıyoruz birbirimizin hayatlarına; birkaç eşya, belki bir küpe, bir diş fırçası, kafası güzel birkaç cümleyle yavaş yavaş dahil olamıyoruz, canımız çektiyse küt diye giriyoruz; tüketecek birşey kalmadığında ardımızda bir posa bırakıp gidiyoruz. Bazen içip ağlıyoruz, geride bıraktığımız posa o anlarda yalancıktan ete kemiğe bürünüyor aklımızda, sever gibi yapıyoruz, ardından yas tutar gibi; o halimizi seviyoruz çünkü. Hüznü ve şiirleri de böyle tüketiyoruz.
Oysa hala yaşayabilenler varsa bilirler, aşk tüketilebilen birşey değidir, portakal gibi kabuğunu soyup yiyemezsin, rengini beğenmediğin yanlarını kesip atamasın. Aşk; kalp atışlarının hızlandığı an, içine düştüğünü farkettiğin o saniyelik bir tek anın sonsuzluğudur ve baktığın gözler ne renkse, o renktir. Bize anlatamadılar bunu, anlatacak olanlar, voltadaydı o sıra.
Bundandır ki biz de yanlış anladık. Aşk, arkadaşlık, paylaşmak, dilimizde dönüp duruyordu da, hoşçakal demeye bile dilimiz dönmüyordu, koskoca bir ayrılığı yüzkırk karaktere sığdırabilme becerisiydi yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz.
Zaman ilerledikçe evlerimiz küçüldü, "ben anca sığıyorum"u öğrendik. Onlar gibi arkadaşımız için hazırladığımız odalarımız olmadı bizim. Evin fazla odaları, çamaşır odasıydı. Kirli sepetlerimizi koyduk. Sonra hayatlarımıza da anca sığabildik. "Kanka", sosyal mecra hitabıydı, kabuk tutmuş yaralarımızı koparmak suretiyle kankardeş olmak cesaretini bulamadık hiçbirimiz.
Adlarımızı ikiye bölüp ardına komik ekler katarak, kısaltmayı marifet saydık.Bundandır ki hiçbirimizin dağlara yazılacak bir aşkı olmadı. Hiçbir dağ kaldıramazdı bu trajikomik vaziyeti zaten. Oysa ne güzeldir sevgilinin ismini söylemek... ve aşk, beş altı harflik bir ses dizisini, yüzünde anlamsız bir gülümseme,geceler boyu tekrarlamaktı eskiden. Şimdilerde bunu yapanların sebebi, unutmamak ya da karıştırmamak oldu. Haklıydık belki de; bütün kadınlar ve erkekler birbirine benziyor günümüzde.

Nasıl oldu, nasıl becerdiler bilmiyorum... Meclisten geçen yeni düzenlemeler mi, radyodan konuşan generaller mi sebepti, yankiler mi, konuşunca haddi bildirilmiş o yüzden çocuklarına susmayı öğretmiş ebeveynler mi, kestiremiyorum. O generaller, hiç yaşlanmayan, yaşlanamayacak olan o yürekli çocukların; sorguda,idam sehpasında ve bilimum kardeşi kardeşe kırdırtma oyunlarında can verenlerin, ardından dağılan yüreklerin hesabını  nerede ve ne şekilde verir bilmiyorum ancak, koskoca bir genç neslin yalnız, aşksız, "kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde" büyümesinin hesabını da eklemek gerek fikrimce...
Sevgili Meral Okay; sen yatağını yadırgamayacaksın biliyorum, yanında sevdiceğin, ışıklarla uyuyun... Vasiyet etmişsin; öldükten sonra yakın beni diye, ama bizde adet, aydınların öldükten sonra değil hayattayken yakılmasıdır, bilirsin...
Rahmetle, sevgiyle...




Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...