kafamızın üstündeki klişe bulutlar.




Ne kadar sorgularsan, o kadar uzaklaşırsın alışmaktan. Yazmak; elinde büyüteç, bir profesör edasında en yakından bakma biçimi olduğundan yaşadıklarına, bir süredir yazmıyorum. 
Boşları toplayan bir garson kadar kendimi otomatize etmiş vaziyette yaşıyorum hayatı, ki bazen bu otomatizasyon, bütün yolları denemiş olduğundan, aklını daha az zorlaman için son çare olabilir.

"Bir zamanlar büyük ihtimalle soluklarını birbirlerinin yanaklarında hissettiklerinde kalp atışları üç katına çıkıyordu." diye geçiriyorum aklımdan, metroda karşımda oturup hiç konuşmayan yaşlı çifti seyrederken. Kendilerini izlediğimden habersiz olduklarından emin ve olası bir frene karşı gövdem sıkış tepiş insanların gövdelerinin garantisinde, asla gerçekte nasıl olduğunu öğrenemeyeceğim hikayelerini yazıyorum kafamda. Sadece yanyana oturup, tek kelime etmeseler de karı-koca oldukları anlaşılıyor. Çünkü tarifi zor bir biçimde birbirlerini tamamlıyorlar. Ellerini dizlerine koyuşları ve istemsiz parmak hareketleri bile aynı. Birbirlerine kahvaltı hazırlayıp hazırlamadıklarını, kaç yıldır el ele tutuşup yürümediklerini, sofra kurup karşılıklı rakı içip içmediklerini merak ediyorum. Yüzlerindeki kırışıklıkları hayal gücümün kıvrak fırça darbesiyle silip, otuz yıl öncelerine dönüyorum, kısa süre önce birbirlerine aşık olmuş, yanak yanağa gülümsüyorlar. O insanları, bu yorgun ihtiyarlar yapan hayata feci şekilde canım sıkılıyor. Onlar ise geçmişleri hiç yaşanmamamış gibi bakıyorlar. Sanki bu yaşta ve birlikte dünyaya gelmişler; birinin ruhu, ötekine kaynamış böylece birbirlerinin uzuvları haline gelmişler. Geçmiş, güzel olduğunu bildikleri fakat yolda görseler çıkartamayacakları eski bir film yıldızı gibi. Bu geçmiş meselesine takılıp kalıyorum.

Geçmişlerini unutanlar, benliklerini de unuturlar mı?
Geçmişini unutan bir adam, yine öyle mi tutar çay bardağını örneğin? Kadın, yemeye devam eder mi tırnaklarını? 

Yaşlı Adam, kadına doğru hafifçe başını çeviriyor ve gözleriyle fakat göz göze gelmeden bir işaret çakıyor. Kadın, ilişkilerindeki itaatkar rolü kanıksamış, yavaşça doğruluyor gözlerini çevirmeden, yine başarılı bir senkronizasyonla kalkıyorlar. Ölümden korkmuyorlar belli ki, birbirlerinin gözlerine baksalar yıllarla yitirdiklerini görmekten korktukları kadar. 

Oysa, diye mırıldanıyorum içimden,  televizyonun karşısında meyve soyarken, kestiğin elma dilimine bıçak batırıp yan koltukta uzun oturan aşık olduğun insana uzatmak ne büyük lüks artık. Bu lüksün farkında olmadan ölecek olan onlar mı, tüketip tüketip aşkı soğan zarı kıvamına getiren bizim mi daha vahim halimiz?

Tekrar otomatik moda alıp kendimi, bir durak sonra iniyorum. Bu otomatizasyon olmasa, aktarma istasyonundaki merdivendeki insan trafiğine takılmamak için iner inmez koşmaya başlayamam. İnsanların iteklemelerine kayıtsız kalamam ve çaktırmadan merdiven kuyruğuna yandan girmeye çalışamam. Var gücümle ve en yüksek ses tonumla oradaki herkesin, sistemin sadık koyunları olduğu ana fikrine sahip bol küfürlü bir konuşma yaparak oradan uzaklaşırım. Ve fakat, belli bir yaştan sonra sürekli söylenmeye programlanmış mutsuz teyzelerin mırıltılarına aldırmadan merdiven kuyruğuna yandan girmeden hemen önce, alışmaya çalıştığım hayatı sorgulamamam maksadıyla icat ettiğim otomatizasyon tuşuma basıyorum. Başka renk koyun olmam, koyunluğumdan birşey eksiltmiyor ve tabii kurtarıcı tuşum sayesinde bunu da düşünmüyorum.
Böylece, ikinci ulaşım aracına aktarıyorum kendimi. Yine sıkış tepiş hikayeler, insanların kafalarının üstündeki balonlarda büyük harflerle yazan, "İşe gidiyorum ve patronumdan nefret ediyorum.", "Birkaç gün bari, bir yerlere kaçsam...", "Hay ben böyle belediyenin..." cümleleri tanıdık. Gözlerimle etrafı tarayıp onlarca düşünce baloncuğu arasında farklı bir cümle ararken, kafamı kaldırıp kendiminkine bakıyorum... boş. Düşünce balonum, kocaman bir beyaz bulut gibi bomboş tepemde duruyor. Bunun ifadesizlikten çok bir protesto şekli olduğunu bildiğimden, şaşırmıyorum. İçimde köpüren dalgalar, beni zor kullanmadan kaçırıp kaçırıp bir yerlere götürdü ve son yolculuktan sonra, ellerimi karnımın üstünde bağlayıp "benden bu kadar" diyerek kendi hayatımı pazar gecesi sineması izler gibi izlemeye başladım. Ekrandaki esas kız, artık bana hiç benzemediğinden, olacakları öngöremeyip, merakla izliyorum. 
Müdahale etmiyorum, çünkü bir kez vazgeçtikten sonra insan; sonrasında kaç kez ve neyden vazgeçtiğinin pek önemi kalmıyor. Yolculuklara, kaçıncı kilometrede özlemeye başlayacağını bilerek çıkıyorsun. Bağlandığın herşeyden kendini "kurtarabildiğin" kadar; boynuna bağladığı masa örtüsüyle koltuktan koltuğa atlayan bir çocuk kadar süperkahramansın artık. Düşünmek, üzülmek, aşık olmak gibi insani duygulardan izole yaşayabilmek için poposundan tuş icat eden bir süperkahraman.
Hafta içi sıradan bir toplu ulaşım sabahında, kendini yenilgilerden, öteki olmaktan; aynı zamanda diğerleri gibi olmaktan, koyun olmaktan, köle olmaktan, baş kaldırmaktan, kendi ruhundan, gizlediklerinden, korkularından, hırslarından, başkalarından korumak için bilumum mahrem yerlerinden icatlar peşine düşmüş insanlara bakıyorum. - Başını cama yaslamış olanlara özellikle- soruyorum.





Hangimizin hüzünlü hikayesi daha sükseli?









Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...