ben bunu anlattım da kime anlattım.



Dur.

Uzak bir şehirde yaşanan çatışmanın, patlayan bir bombayla parçalanan genç bedenlerin ardından konuşmadan önce, parmak uçlarından akan nefretle paylaş butonuna tıklamadan önce, yerden taşı, dükkandan sopayı, çekmeceden bayrağı alıp salya akıtarak sokaklara çıkmadan önce, dur ve düşün. Sen neredesin? Neresindesin yaşananların? Ne kadar farkındasın olan bitenin? Asıl kızdığın ne senin? O altyazı, izlediğin şarkılı yarışma programın sol altından kaymaya başlamadan önce duyarlılığın ne seviyedeydi? Ödenememiş kredi taksidin mi canını daha çok sıkıyor yoksa ana haber bültenleri mi?

Bu kadarı fazla!
Diyorsun.
Ne kadarı az?

Sarsılman için çift haneli sayılara ihtiyacın var. Bireysel kaygıların, tek haneli ölümlerin canını yeteri kadar yakmasına müsaade etmiyor. Ekrandaki görüntülerin arkasından çalan hüzünlü bir fon müziği bir parça daha üzülmene yardımcı oluyor. İyi bir arabayı fiyatından, yaşanan acının büyüklüğünü de ölü sayısından tahlil ediyorsun. Yaşlandıkça eskisi gibi yürüyemeyen anneannem gibi, sen de bu boktan düzenin içerisinde eskisi gibi üzülemiyorsun. Çünkü yaşlanmak sinir hücrelerini, sistem vicdanını tahrip eder. Üzülemediğin yerlerinden, nefret ediyorsun. Çünkü bu en kolayı. Ne kadar az düşünürsen o kadar kolay nefret edersin. Bu kanlı gündemde vicdanı ve soğukkanlılığı iğfal edenlerin ortak çıkış noktası yine bu nefret söylemleri oldu. Olmuyor işte gözüm, sosyal medyada profilini karartıp ölüm fermanı döşemekle gelmiyor barış. Sen, yan odada çalışan arkadaşın, kız kardeşin, sevdiceğin, kişisel kaygılarınızdan ötesini duyup, başkalarının acılarını paylaşıp bunu doğru tahlil edemediğiniz sürece, gerçek zalimlerle mücadele gücünü hiçbir zaman bulamayacağız.

Düşer de bir yerini kırar diye oğluna bisiklet almaya korkan annenin aynı oğulun arkasından yaktığı ağıtı anlayabilmen, o acıyı paylaşabilmen için önce kendi bencilliğinden sıyrılman, kurduğun izole dünyandan dışarı adım atman gerekir. Bunu yapamazsan sana gizli gizli hedef gösterirler. "Bak onun/onların yüzünden!" diyor birileri, sen de gidip o hedefi düşman belliyorsun. Bunu altmış yıldır bu topraklarda böyle yapıyorlar, sen de altmış yıldır bunu yiyorsun kardeşim. Üzerine yorum yaptığın acı sana gerçekten dokunuyor mu, değiyor mu gerçekten? Yoksa öğretilmiş bir hayatı yaşayıp, birbirinin kopyası tepkiler veren bir toplamın parçası mısın? Bu, böyle olmasaydı, ezberletilmiş kaygılarımız, parmakla gösterilmiş düşmanlarımız olmasaydı, başkalarının acılarını hissedebilseydik, kendimizden başkasını umursama yeteneğimizi yitirmeseydik, duygu çemberimiz bu kadar daralmasaydı, yüz yıldır evlatlarını ağıtlarla gömen bir ülke olmazdık.

Bundan elli bin yıl önce insanın insanla kurduğu varoluşsal bağı ilmek ilmek çözüyorlar, sırtını toplumun cehaletine dayamış bir gücün istilasında evlatlar ölüyor, çocuklar kıyıya vuruyor, sen hala anestezi altında, başkalarının ağzıyla konuşuyorsun. Oysa bundan kısa süre önce, ortak acıların ve ortak öfkelerin en güzel örgütlenme biçimi olduğuna tanık oldun. Bu yaştan sonra empati yeteneği kazandın. Ne oldu ona? Üzerine iki sene daha televizyon izleyip unuttun hepsini.
Ortak acılarla örgütlenmeyi beceremeyen bir toplum, ezberletilmiş bir nefretle kırılıp dökülmeye mahkumdur, bilesin.



Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...