Vitrindeki Van Gogh


Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki taş çeşmeye gider, etrafımda kimse olmadığından emin olduktan sonra anlatmaya başlardım. Bazen o kadar kaptırırdım ki kendimi, es kaza el kol hareketleriyle hararetli hararetli anlattığımı gören olursa bayram sabahı dillere düşerdim.

Zaman içinde, suyla aramızda bir diyalog  gelişti. Gelip gidip olmadık zamanlarda suyla konuşmaya başladım. Ben anlattım o dinledi, sonra baktım bir süre sonra o anlatıyor, ben dinliyorum. Neyse ki bana cevap verenin su değil de kendim olduğunu anlayınca bu diyaloğu çeşme başından sokaklara taşıdım. Suya korkulu rüya anlatırken altı yaşımda kendimden bir tane daha doğurdum. Sonra bir tane daha. Bundandır ki, hayatım boyunca hiçbir zaman tek sesli olmayı başaramadım.

Sonra baktım ki, aslında herkesin ara sıra cilalayıp parlattığı, ortama uygun renklere boyadığı bir vitrini var, bir de o vitrinin arkasındaki aslı. Herkes kendinden bir tane daha doğuruyor kendi içinde de, yorduğunu fark edince gömüyor kimisi, içindeki sesleri susturup beş metrekare cilalı vitrinine hapsediyor kendini.

Çünkü sen vitrinini ortama uygun renklere boyarken,  içinden yükselen ses hatırlatıyor sana, senin renginin o olmadığını. Sen davranırken ayıplıyor, yargılıyor. Uyku vakti susması için yalvarırken O, durmadan sorular soruyor. Hiç sırası değilken adrenalini basıveriyor, gizlemeye çalışırken feleğin şaşıyor. Maaşın iyi, işler tıkırındayken “Buraya ait değilsin” diye fısıldayıveriyor. Havalar da güzel, şimdi tam sırası diye düşünüp kendini ikna turlarındayken “Bu adamdan cacık olmaz” diyor. “Aşık olman için ruhu türbülanslı, cebinde kelimeler, avcunda renkler olması gerek. Van Gogh gibi.” Ego’na, ihtiyacı olan gazı toplamış, tam yükselmeye başlamışken, hatırlatıyor:

“Deryada bir katresin.”

Vitrin, biricik konfor alanı. Oradan çıktığında ne kadar gidersen git, varamıyorsun.

Sonra bir bakıyorsun, bir yere varmasa da bir çok duraktan geçiriyor yol seni. Her duraktan daha yorgun, daha kendin ayrılıyor, rahat vicdanını yorgunluğuna yama yapıyorsun. Her durakta bir sivri köşen yuvarlanıyor, bir mutlak, bir göreceye evriliyor. Korkularını ve yaralarını seviyor, yaralanmaktan daha az korkuyorsun. İnsanların arasında yara sahibi olanları kayırıyorsun. Çünkü biliyorsun ki, can kalpte değil, tam da orada atıyor. Yarada. Hırçınlaştıran da o, ehlileştiren de. Aklındaki dünyayla gerçek dünya arasındaki tekinsiz aralıkta dinleniyorsun ve orada kendine, yolda topladığın kelimelerden kaleler yapıyorsun, balkonlu ve yüksek tavanlı. Bir odasına elindeki en güzel rengi bırakıyorsun, seni orada bulup rengini rengine katan tekinsiz bir Van Gogh geliyor, aşık oluyorsun. Böylesi, kalenin balkonundan yüzelliikimilyondabir izleniyor.

                                                                              ***

Bu sabaha karşı gördüğüm rüyayı koşarak suya anlattım. Yine başladı benimle konuşmaya. 

Dedi ki,

“İçinde durduğun dünya gibi sen de, Su’dan müteşekkilsin. Ne kayasın, ne toprak. İçine aktığın kabı tanımazsan, ne şekil aldığını da bilemezsin, ne zaman taşacağını da.”

Söylediklerine bigane kalamam, dedim. Zira şu sıra derdim damlalarla.


                                                               ***


Yine tuttum, kaleme taştım.


                                                                                          bir gece. sıfır üç ellibeş.

Tabur'cu.

Evin, artık seyahatler için bir ara durak olduğu dönemdeyim. Lyon'a gitmeden önce eşyaların hazırlandığı, arada uğranıp kirlilerin makineye, temizlerin tekrar bavula dizilerek Samsun'a, bazen Antalya'ya bazen Viyana'dan Kayseri'ye; oradan Paris'e geçilmek üzere kapısını kitlediğim evim. 

Bu kez, yaşadığım ülkede daha önce gitmediğim bir şehirdeyim. Ortamlarda göğsümü gere gere  "Eskişehir tam öğrenci şehri ya" diyebilirim ben de artık. O akşamüstü, Üniversite'de Cumhuriyet Tarihi araştırmaları yapan bir arkadaş ediniyorum ve genel seçimler öncesi akıllarımızın hararetini alıyoruz. Birlikte Eskişehir'i turlarken arada soluklanmak ve bir şeyler içmek için bir gezgin barına oturuyoruz. O'na Milli Mücadele yılları hakkında aklımda yıllardır yer etmiş bir sürü soru soruyorum ve ikiletmeden yanıtlıyor tüm sorularımı. 

Ertesi sabaha karşı hastanedeyim.  "Burada ameliyat olamam,kimsem yok burada, İzmir'e gitmek istiyorum" diyorum karşımda kaleminin arkasını alnında çıtçıtlayan doktora. "Hayati riskin var hiç bir yere gidemezsin" diyor, kalemini ciddiyetle masaya bırakırken. En yakın arkadaşımı arayıp saatlerdir çektiğim ağrı ve hissettiğim korkuyla ağlamaya başlıyorum. Beni yeşillerle paketleyip sedyeye koyuyorlar. Arkamı dönüp baktığımda benimle ameliyathanenin kapısına kadar gelen iki kişi var. Siyasi ayrışmalar sebebi ile yıllardır görmediğim, hiç iletişim kurmadığım kuzenim ve dün Milli Mücadele diye darladığım, o an ikinci kez gördüğüm adam. Kapıdan girerken son kez ikisine bakıyorum, gülümseyerek el sallıyorlar; sonra çıkıp bir de dışarıdan; kendimi de içine alarak bakıyorum kareye, "Rönesans tablosu gibi... " diye geçiriyorum içimden, gülüyorum. 

Ameliyathanede kollarımı ve bacaklarımı bağlıyorlar. Böylesi bir teslimiyet canımı sıkıyor. Doktor başımın arkasında durup gözlerime tersten bakarak kilomu soruyor. Tuzak soru bu anladım da böyle soru mu olur kilo mu aldım acaba... diye düşünürken sağır eden bir çınlama ve uyku. İki buçuk saat sonra uyandığımda aklımda tek bir soru: "Kilo mu aldım acaba?" Kaldığım yerden devam ediyorum...

Bir kaç saat sonra annemler geliyorlar. Annem göstererek babam göstermeden ağlıyor. Anneme bakıp soruyorum: "Anne kilo mu aldım ben?" Sorduğum sorudan iyi olduğuma kanaat getirip neşelenerek annelere özgü kızmış taklidinden yapıyor.

Hastanede geçen sonraki iki gün etrafımda olan herkesi hayattan soğutuyorum. Düğmeye bastığımda gelen hemşirelerden süslü olanına gıcık olduğum için en çok onu soğutuyorum. Ziyaretçim, elinde bir kitapla geldiğinde süslü hemşire ve diğerlerinin kahramanı olduğunun farkında değil. O andan itibaren susup sayfalara gömülüyorum. Yakup Kadri'nin Ankara romanı ve pek  tabii Milli Mücadele yıllarını anlatıyor...

Doktor geldiğinde babamın yanında, sigara içmemem gerektiğinden bahsetmesin diye ona "Taburcu olmak" deyiminin kökenini anlatmaya girişiyorum. Modern tıbbın ülkemize askeri hastaneler ile gelmesinden mütevellit, askerlerin taburlara gönderilmesi anlamında kullanıldığını, dilimize buradan girdiğini ve hiç bir dilde karşılığı olmadığını anlatıyorum.Yemiyor. Bana sigara içmemem gerektiğini ve evlenip çocuk yapmam gerektiğini söyleyip hem annem hem babam tarafından mayın tarlasına atıp kapıya yöneliyor... Son anda henüz ölmediğimi fark edip, çıkmadan öldürücü vuruşu yapıyor: "Bir ay evde yatacaksın."

Şu an o bir ayın başlarındayım. Hayata kısa bir mola gibi. İlk anda süreyi kısa tutması için doktora rüşvet teklif etmeme ramak kalmasına rağmen ruhum dinleniyor sanki. Elbiselerimi tekrar dolaba; orada burada çantalarda çekmecelerde duran kitapları türlerine göre diziyorum. Uzun zamandır dinlemediğim plakları ilk kezmiş gibi dinliyorum. Elimde bir kuş tüyü fırça, tozlarımı alıyorum, yine ilk kezmiş gibi. İnsanın,yaşadıklarından payına düşeni alması için kendine zaman yaratması gerekirmiş, anlıyorum. Acele etmiyorum. Zamanla yarışmıyorum, onun atı var, ben kaykaylıyım. Yolculuklarımı, yollarda karşılaştığım, uçakta, trende sohbet ettiğim insanları zihnimden tek tek geçiyorum. Toplumda öyle gereksiz bir insan yığını var ki, onlardan bir yılda öğrendiğin şeyi, üç dakika karınca sürüsünün senkronize davranışlarını izleyerek öğrenebilirsin. Bu gerçek bir yana karşıma çıkan insanlar ve yaşadıklarımdan bana kalanın çokluğuna şaşırıp, antibiyotiğimi ertesi güne erteleyerek şansıma kadeh kaldırıyorum. 
Bundan iki ay önce kaldığım otelde lüks bir akşam yemeğinde, bahçede yere düşmüş Karahindiba çiçeğine dakikalarca gözüm takıldığı ana gidiyorum. Dayanamayıp topuklu ayakkabılarla bata çıka çimlere koşup tohumlarını üfledikten sonra ohh dediğim; yaptığım şeye çocukların kahkahalarla gülüp yetişkinlerin bana mülteci gibi baktığı sahneyi izliyorum. O an on iki yaşımın alnından öpmüş gibi hissettiğimi hatırlıyorum.

Korkularımı, hiç ölmeyecekmiş gibi duygularımı saklama telaşımı, içime taşmasına özen gösterdiğim cümleleri düşünüyorum. Hatırladıklarımı içimden çıkarıp başucuma koyuyorum.

Siyasi anlaşmazlıkların aramızdaki bağı yok ettiğini düşündüğüm kuzenimle hastane odasında sımsıkı sarılmamızı ve birini seviyor olmanın siyasi parti tüzüklerinin çok dışında bir şey olduğunu fark etmiş olmama seviniyorum.

Derin bir nefes alıyorum ve aldığım nefesin içine gerçeklik girmesine özen gösteriyorum. Toplumun akıl yoksunu ahlak kurallarının, sosyal medya yalnızlığının, ezbere kurulan cümlelerin, ezbere yaşanan hayatların ve aşk sanılan vasat hikayelerin, içime giren hava akımına dahil olmayacağı bir yer buluyorum kendime. 
Karınca evinin tam yanında.
Spartalı Khilon'un, Delphi Tapınağı'nın kapısına niye "nosce te ipsum" diye yazdırdığını bir aylık istirahatte anlıyorum.

Yaşadım diyebilmen için bunu en azından denemen gerekiyor. Aksi halde içine doğduğun yeryüzü, kopya çekerek geçtiğin ve bildiğimiz kadarıyla bütünlemesi olmayan bir dönemlik dersten ibaret kalacak. 

Nosce te ipsum; latince "Kendini bil." demek.


                                                                        ***


Not: Doktor meğer benim yaşımı sormuş, kilomu değil. Heyecandan ben yanlış anlamışım. 
Elli sekiz diye cevap verdim.










renkli mandallar ve cebimdeki yıldızlar.






-Sen Kireçci Mehmet’i tanıyor musun Anneanne?
-Tanımaz mıyım ya, kocam o benim.
-Ben kimim peki?
-Ne bileyim ben…

Anneanne, Kireçcilerin Rabia, sen öyle güzel insanmışsın ki, daha uzun ömürlerin olsun, dünyaya veda etmeden önce hayat senin hafızanı aldı. Biliyor musun, bu dünyada bir süre yaşadıktan sonra ya delirmeli, ya da hafızasını yitirmeli insan. Bazen ilkine çok yaklaştığımı hissediyorum. Ama burada, sen bahçedeki mandal sepetine bakarken seninle konuştuğum için değil. Aksine, bu, uzun zamandır yaptığım en akıllıca iş.
Sen var ya, sen unutarak hayat boyu canını sıkan her şeyden ve herkesten ve hatta hayatın kendisinden bile kendi nev-i şahsına münhasır intikamını almış oldun. Çünkü anneanne, unutmak istediğim bir gerçek varsa o da; unutmanın, bir insanı cezalandırmak için en etkili yol olduğudur.  Çünkü en büyük korkusudur küçük insanın, unutulmak.
Yaşadıklarının ağırlığını taşımadığı için gözlerin, öyle manasız bakıyorsun insanın suratına. Çünkü biz küçük insanlar yaşam boyu mana’yı arar bulamayız,  gözlerimizde tüm arayışlarımızın yorgun ağırlığı kalır.
Bizim bahçeyi kuş bakışı gören apartman sakinleri, kendi aralarında ‘deli mi?’  diyecekler benim için. Varsın desinler. Sen mandal sepetini izle, ben sana içimi dökeyim anneanne. Hem nedir akıl? Sorgusuz sualsiz, yazılanı yaşamak mı? Haşa Hak’tan değil, insanların birbirine yazdıklarından bahsediyorum. Bunu yapanların en büyük yanılgısı, dayatılanı yaptıkları sürece başardıkları sanrısına kapılmak. Başarı anneanne, sana desem daha iyi anlayacaksın onlardan, biliyorum; tüm bu egzoz kokulu karmaşa içinde özünü bulabilmektir, o karmaşaya dahil olabildiğin için kendini özel hissetmek değil. Dev bir fotokopi makinası fikrine kapılmıştım geçenlerde.  Bence insanın hikayesinin ana hatlarından oluşan iskeleti ve tüm ilişkileri oradan çoğalıp bizlere ulaşıyor ve insanlar, kendi başarısız ayrıntılarını ekliyorlar bu iskelete. Ne komik değil mi? Ah, bence değil. Aksine ne yorucu bilsen, kendininkini düzeltmen yetmiyor, burada hikayeler bütünleşik, düzeltme yapılmamış fotokopi hikayelere kahraman olmak, yaşadığın tüm güzel anların bedeli gibi.
Mesela seni tutsak gibi görüyorlar. Artık bu bahçeden çok çıkamıyorsun, alakasız noktalara sabitleniyorsun diye. Balkonlardan seni bir tutsağı izlermiş gibi izliyorlar bunu hissedebiliyorum. Çünkü insanlara göre mutluluğun yolu, kendilerininkinden daha acıklı hikayeleri izlemekten geçiyor. Televizyonlar bunun için var. Peki söylesene bana, yirmibeş yıllık ev taksidine girip, yirmibeş yıl kılını kıpırdatamayacak olan onlar mı daha özgür, aklının iplerini salmış sen mi? 
İtiraf etmeliyim ki, sen beni hatırlıyor olsaydın, aşık olduğu adamın, kızının ve torununun cenazesine katılmış bir kadına hayattan ve delilikten bahsetmeye utanırdım. Yapabileceğim tek şey dinlemek olurdu. Ama aklın yerinde olsaydı anlatmazdın ki sen de. İnsanlar acılarını içlerinde kilitli kapılar ardına saklıyorlar ve  bu yüzden pek bir şey öğrenmiyorlar onlardan. Oysa başkalarından değil, kendi acılarından bahsetseler, bağıra bağıra anlatabilseler, ya da ilk kez tanıştıkları birine için için anlatabilseler, hepsinin öğretecekleri ayrı, görecekler. Ama insanlar anneannecim, en çok başka insanlardan bahsediyorlar ve bu benim çok canımı sıkıyor.
Bu yüzden yarın gördüğüm ilk çocuğa diyeceğim ki, sana verebileceğim bir tek öğüt var, eğer yeni tanıştığın bir insana yaranı açıp hikayesini anlatmaya başlıyorsan, bu çok nadiren başına gelir, ona emek ver.
Hikayeyi anlattığın insan, o yaraya sen göstermeden dokunmuşsa,  bu gelirse bir kez başına gelir. O’na elini ver.
Ve hiç bırakma.
Niçin o kadar insan, doksan yıllık yaşanmışlık içerisinde yalnız dedemi hatırlıyorsun, anlayabiliyorum. İnsanın, gün gelip de her şeyi unutacağı an, hayatının sayfalarının içerisinden seçebileceği temiz bir aşk hikayesi olmalı hayatta. Hatırlamak için bir tek hikaye hakkın varsa ve sen bu hakkı aşktan yana kullanıyorsan, ne mutlu sana. Çünkü aşkın aslı, tekamüle ulaşmada en güzel araçtır. Aşık olduğumuzda,  daha iyi olmak için isteyerek ya da istemeden, normal şartlarda göstermediğimiz çabayı gösteririz.  Kapatmış olduğumuz kapılarını fark etmeden açarız içimizin.  Bu yüzden bir kitabın sonuna en çok aşıkken ağlarız. Bir insanı sevmekle başlar her şey, diyor ya hani Sait Faik, o hesap.
Sen çınarsın anneanne. Biz bozkırlarda yürüyoruz.  Seçecek hikayemiz yok her birimizin. Bundandır devam ediyor Abasıyanık, “Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

İşte Kireççilerin Rabia; tüm bu sebeplerden, o renkli mandallarda bir buçuk saattir benim göremeyip, senin görebildiğin ne varsa, hepsine selam olsun.  Deliliğe yatkınlığım senden ötürü,  bir de cebime yıldızlı bir hikaye koyarsam senin gibi, tamamdır.

Temmuz 2017, Bergama

                                                                          ****



On Mart iki bin on sekiz. Sabah 09.00. Anneannemin ağzından son sözleri döküldü.

"Mehmet geldi. Bak, ayakkabılarımı giydim gidiyorum."

Hayatımda tanıdığım en güçlü, en bilge, en aşık kadın; bize göre çıplak ayak hayata veda etti, ona göre en güzel ayakkabılarıyla sevdiği adama koşarak gitti.


                                                                         ****













On Yaşıma Mektup ve Schopenhauer'in Kirpileri.







 “Acaba otuz yaşında bu günlüğü okuyacak mıyım? Saklarım inşallah. Yoksa niye yazıyorum? Otuz yaşındaki halimi çok merak ediyorum.

Otuz yaşındaki Seda ile konuşabilseydim keşke…”

21 Kasım 1995, İzmir.

Öncelikle bu şizofrenik mektubu yazmama sebep olduğun için sana teşekkür ederim. Kendi çocukluğu ile sahici bir diyalog, pek az insanın başına gelir. Elimden geldiğince spoiler vermeden istediğini yapmaya gayret edeceğim.

Otuz yaşındaki Seda ile aranda öyle düşündüğün kadar büyük farklar yok. İnsan yaşadığı yıllardan istediği kadarını kendine katıyor, hücrelerinle ruhun arasındaki yaş farkı da buna göre belirleniyor.
Gezdiğinden, gördüğünden, okuduğundan,  çok şey öğreniyorsun yıllar içinde ama, en çok, en güzel, en acı, en süper, en unutulmaz öğretileri hayatındaki insanlar katıyor.

Bir sürü insan tanıdım, bazılarının hayatına dokundum, kimi hayatımı deldi geçti sandım da gün geldi adını unuttum, kimiyle otobüste, vapurda, banka kuyruğunda, ehliyet sınavında, kimiyle Güney’de bir köyde “ Ben de o tarafa gidiyorum, seninle geleyim”lerle tanıştım.  Kimi ilk kez dinlediğim şarkılarla, içimin derininde yer bulan notalarla, kimi yazılarla, elinde bir kitapla geldi;  buyur ettim. Kimi zamansız çaldı kapıyı, üşendim açamadım, kimini uzun süre bekledim ben duştayken gelmiş de  çok sonra öğrendim geldiğini. Hepsinden, bir dolu kütüphaneden öğrenemeyeceğim kadar çok şey öğrendim. Hiç birinin şu an olduğu yeri değiştirmek istemem. Gelecekte olacakları yerleri de. Hayatın; olayların akışını ve insanları konumlandırma şeklini kusursuz buluyorum ve asla bundan iyisini yapamayacağımı biliyorum. Bu bir razı gelme değil, bir saygı duyma hali ve bu halin kıvamını tutturmam çok zamanımı aldı.

Schopenhauer’in 1851 yılında yayınladığı Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler kitabının 396. Bölümünü okumana daha bir kaç yıl var ama tam bu noktada aklımda kaldığı kadarıyla Kirpi İkilemi'nden bahsetmem gerekiyor sana: 

Çok ama çok soğuk bir gün, onlarca oklu kirpi bir araya gelir. Donma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarından birbirlerine yaklaşırlar. Sonra birbirlerinin oklarını fark ederler,  hatta bazılarının canı yanar, uzaklaşırlar hemen. Çok üşüdüklerinden, kısa süre sonra tekrar birbirlerine yanaşırlar. Donmanın eşiğinde üşüme ile, birbirlerine yaklaştıklarında oklarından rahatsız olma ikilemini bir süre yaşarlar. Bu ikilem; her biri için, aralarındaki mesafe hem birbirlerinin ısılarından faydalanacakları, hem de oklarının batmayacağı noktayı bulana kadar sürer. Sonunda, birbirlerini ısıtarak ve zarar vermeden, bir arada var olabilecekleri doğru mesafeyi bulurlar.

Çocuklar böyle değil, onların okları yok. Ama büyürken oklar büyütüyorsun aklında, ruhunda, hatta bedeninde, kalbinde ve insanlarla arandaki mesafeyi buna göre ayarlamazsan çok canın yanabiliyor,  hiç istemeden çok can yakabiliyorsun.

Üzülme, mutlaka doğru noktayı bulacak, hatta zaman zaman o noktayı terk edebilecek olgunluğa erişiyorsun. Uygun mesafede kalıp sıcaklığını dengeye getirdiğinde bir süre sıkıntı çekmemek ve sıkıntı vermemek için diğerlerinden uzakta bir yerde durmayı tercih edebiliyorsun.

Kimileri bu şekilde mutlu olmayı asla başaramazlar. Oklarıyla zarar verseler, hatta zarar görseler bile yalnız üşümekten korkarlar. Konfor alanlarında mutlaka vücut sıcaklıklarını garantiye alacakları biri vardır. Zira toplum da kulağına hep  bunun böyle olması gerektiğini fısıldar. Fakat üşümekten artık korkmadığın an, oklarından soyunmakta özgürsün.  Bu silahsızlığı en güvenli mesafeye değişmem, değişmeyeceksin.

Toplum, oklarından soyunup gelenleri sevmez.  Üzgünüm ama yaşamın boyunca hep, -4 yıl önce Haziran ayı hariç; kendini azınlık hissedeceksin. Azınlık hissetmek zaman zaman rahatsız edici olabiliyor ama genelde bununla ilgili gücünü azdan alan bir haz duyuyor ve zaman zaman hissettiğin o rahatsızlığı önemsemiyorsun.  Böyle hissetmeye başlamış olman gerek mesela, ilk Bosna şiirini yazdığım yaştasın.

Büyük savaşlarla ve büyük masalarda çizilmiş sınırları, bir ırkı, dini, rengi ötekinden üstün gören aklı, illaki bunlardan birine, bir kimliğe ait olma zorunluluğunu, toplumun, tamamen işine geldiği gibi koyduğu kuralları ve bunu akrabalar, iş arkadaşları ve bilimum sosyal çevre özelinde dayatma çabasını, farklı seslere kulak tıkamayı marifet sayan karbon kağıdı topluluklarını anlamlandıramadığın için ve tecavüze, cinsiyetçiliğe, hayvanları tekmeleyenlere, çocuk istismarına, fikirleri hapsedebildiğini sanan güç sahiplerine karşı durduğun için azınlığa dahilsin. Yerkürenin ve doğduğun coğrafyanın dengeleri can sıkıcı fakat, çiçekleri koparırlar da tohum hep var. Tohum varsa umut da var.

Bütün bunlar karakterine kodlanırken, arka planda olaylar akıyor.  Ard arda okullar bitiyor, annen daha evhamlı oluyor, baban yıllar içinde yumuşayıp pamuk gibi bir adam oluyor. Ablan bile yaşlanıyor. Çok sevdiklerini  kaybediyorsun,  zihnin, zamanla derine gömülen bir “onu gördüğüm son an” koleksiyonu yapıyor ve bazı hastaneler, bazı evler o derini bulup dokunuyor, her zaman bir yolunu bulup kaçamıyorsun.

Müdahale alanının kısıtlı olduğu, yaşamak zorunda olduğun için yaşadığın pek çok anı, birikip, insanlara karşı davranışlarını belirliyor. Gün geliyor, çok sinirlenmiş bir adamın gözlerinde kırılmış bir çocuk görüyorsun. Ağlarken kimse görmesin diye tuvalete kaçtığında aynada gördüğün kırgın kız çocuğunu, onun yanına oturtuyorsun. Onlar el ele tutuştuklarında zaman duruyor. Sendeki çocuk, bir başkasının derininde çıplak ayak yürümeye başladığında, adı aşk oluyor.

                                                                                              ***

Sana bu mektubu, iki yıl gecikmeli yazıyorum. Fakat hayatın sıralama ve konumlandırma konusundaki doğruluk payından şüphe duymadığımı belirtmiştim.  

Otuziki yaşındayım. Etrafımdaki on kadından sekizi, hiç çaktırmayanlar dahil olmak üzere, kıvrımları beğenilsin, yeni kestirilmiş saçı fark edilsin istiyor. Arzulanmak bir de prenses olmak istiyor.  Yara bandı olmaya meyilli, tacı pırlantadan bir prenses. Oysa bir kez öpülseydi boşluklarından, hiç önemsemezdi bunları, bilmiyor.
Etrafımdaki on erkekten sekizinin kafası karışık, biri gelsin toparlasın istiyor. Toparlasın ve gitsin istiyor. Eşraf çok uzun yıllardır erkeklere güzel sevmeyi öğretmeden önce uzvundan mütevellit avantajlarından bahsediyor.

Otuziki yaşındayım.  Yeni biriyle tanıştığımda artık nereli olduğunu ne iş yaptığını, hangi okullarda okuduğunu değil, sabahları dinlediği şarkıyı, çocukken ilk okuduğu kitabı, hatırlamıyorsa en sevdiğini merak ediyorum. Mutlaka daha önce aşık olup olmadığını sorup gözlerine kitleniyorum. Tereddütsüz “Evet” diyorsa ondan hiç korkmuyorum, o an sevmeye başlıyorum.

Otuziki yaşındayım,  on yaşındaki umudum, on sekiz yaşındaki umutsuzluğum, yirmi iki yaşındaki öfkem yok,  hala çok sevmeler, çok çok güven, sonsuz kredi ile adımlar atıyorum. Hala birbirinden güzel yanılıyorum ve en güzeli sonuncusu.

Otuziki yaşındayım ve seni hem geceleri başucumda, hem de içimdeki en renkli bahçede saklıyorum.  Bu çağda günler insanın aklını kirletiyor, sana bakıp uykuya daldığımda,  ilk yazdığım sayfanın masumiyetine kavuşuyorum.

                                                               OnİkiHaziranİkiBinOnYedi,Karşıyaka.








Hipokampus

Büyük bir kasırga çıkmış. Hiç bir şeyi alıp götürmemiş, aksine uzaklardan havada sönmüş balonlar, uçurtma ipleri ve saman kağıttan gemiler getirmiş. Senin içindeki bütün tozlar ve hafif şeyler havada uçuşmuş. Yıllar içinde, içinde yerini bulan ne varsa yer değiştirmiş. Kulak zarını  zorlayan bir gürültü kopmuş sonra ve ardından azalarak bitmiş.


Öksürük krizi de, korku ve panik de geçmiş, olan bitenin tam ortasında oturmuş bir sigara yakmışsın. Hep bunu yaparsın. Bilirsin, savaşın şiddetini en iyi, herkes çekildikten sonra geriye kalan yıkık şehirler anlatır ve ne şekilde yenileneceğin bitmiş savaşın şiddetiyle doğrudan ilintilidir. Söylesene, bir tek çocuğun ayakkabısının teki düşmüşse sokağa, hangi savaşın ardından mutlak zaferden bahsedilebilir?  Kederle izlediğin yıkıntıda, şehrinin renklerini yine sen kendin bulacaksın. Belki hiç ummadığın bir an rüzgarla birlikte, çok önce sahibi tarafından şaşkınlıkla açılmış bir hediye paketinin içinde gelecek mavi, bir ton açığından başlayacaksın boyamaya. Yeterince şanslıysan yağmur bile yağar, tüm renkler doğar. Dallara su yürür, gölgesinde sigaranı söndürecek yer ararsın. Bir çoğu bilmez, doğayı da besler çünkü umut. Nihayetinde yıkık şehirlerde bile mevsim bahara döner ve değişen mevsimler, insanlara bizzat kendi yaralarına dokunmayı öğretir. Başın ellerinin arasında yıkılmış kalelerini, keşfedilmiş gizli sokaklarını, bir cümleye köklenemeden suya düşmüş sözcüklerini izlerken, o an burnuna yasemin kokusu dolar, sen geçen bahara mı gittin yoksa gerçekten bahar mı geldi ayırt edemezsin. Beyninin içindeki, kokularla hatıraları ilişkilendiren mucizevi komşuluğa kızarsın. Oysa bilirsin, bahar, her yıl başın ellerinin arasındayken gelir. Bu, hayatın değiştirilmesi teklif dahi edilemez mükemmel zamanlama ilkesidir.


Geriye yalnızca hissetmek kalır.



Bu ise, etrafındakilerden ve hatta baharın kendisinden bile gizlemen gereken hakikatli bir çabadır.

                                                                       **

Evin küçük balkonunda annenden veyahut bir oyun sırasında karşılaştığın dört başı mamur karınca sürüsünden öğrendiğin haliyle çok sevebilmeye devam edebilmen için kalbini koruman gerekiyor. Büyük şehir budalalarından, süslü cümlelerin dolaylı tümlecine saklanmış yalanlardan, tam prensesi kurtaracakken çıkıp ortalığa roket atan bölüm sonu canavarlarından ve tabii en çok da kendi kalbini koruyamamışlardan.


Yaşadığın sürece içinde şehirler yıkılacak, yerine yenileri yapılacak, sen bir sürü şeyi ve bir sürü insanı yanlış anlayacak ve bu yanlış anlamaların bedeli olarak uzun süren bir restorasyona alacaksın kendini. Aslına sadık kaldığın sürece de hep bir öncekinden sağlam olacak. 

Bir sonraki restorasyonda şehrin girişine Dr Carrel'in heykelini dikeceğim:




"İnsan tekrardan yücelmesi için kendini yeni baştan inşa etmek zorundadır  ve bu yenileşmeyi ızdırap çekmeden yapamaz. Çünkü o hem mermerdir, hem de heykeltıraş. Gerçek çehresini tekrardan almak için, büyük çekiç darbelerini kendine indirerek kıvılcımlar çıkaracaktır."


                                   ***
                                                                                                                                                                         ÜçHaziranİkibinOnyedi,Gümüşlük.
 

Es.



Yazının zamanı olduğu gibi yeri de var.
İlk kez geldiğim bir şehirde, uğultuların arasında tüm gün yürürken bir sürü şey düşünüyorum.
Unutmamak için yazmaya oturuyorum. Nazım'ın da zamanında müdavimi olduğu mekanda küçük bir masa bulup kahve söylüyorum.
Vera'ya mı yazdı acaba, Piraye'ye mi burada; yoksa her sabah ilk sigarasını içip kalktı mı diye düşünüyorum.
Bulduğum bir saman kağıdı müsveddenin arka tarafına yazmaya başlıyorum ki, kağıt fısıldıyor:
Bu kitap bitti. Artık buraya yazmamalısın.
Yazdığın yer asla bir kağıt olmadı. Sözcüklerin doğacak yeri vardı.
Düşündüklerimi unutmaya yürüyorum bu kez.
Her adımda ölüyor sözcüklerim, ömürleri bir nefes.


                                              OnDörtMayısİkiBinOnYedi
                                                                  Viyana.
                                                                                                                                         


Eğik zeminler, tabaklardaki çizikler ve tabii parlament mavisi.



Artık daha çok susuyorum, dedi kadınlardan sarışın olmayanı. Anlaşılmak konusundaki sıkıntılarım ciddi boyuta ulaştığından beri anlatmaya üşenir oldum.

“Birbirimizi anlayabilmemiz için eşitlenmemiz gerekir” dedi kadınlardan sarışın olanı, “Eşitlenmemiz için ise, göğsümüzde aynı kayayı taşıyor olmamız gerekir.

Çünkü hatıralar zihninde, izleri ise göğüs kafesinde bir suyun içinde birikir. Biriktikçe sertleşip ağırlaşır. Senin kayan, kaç yaşından kalma ve ne kadar altında suyun; bilmiyorum ama, karşılıklı rakı içerken eşitlenir iki insan. Sarılıp uyurken, ayakları birbirine değdiği an eşitlenir. Farkına bile varmazsın, bir el, göğsünden bir kaya parçası alıp kendine koyar. Sevmek de, içmek de bir eşitlenme meselesidir özünde.”

-Bir aşkı bitiren de kot farkıdır o zaman.

+Çünkü kot farkı dediğin şey de, asansörle en üst kata çıkıp, penceresinde sokaktan geçen simitçinin göz hizasına gelmektir. Yükseklerde ya da zeminde oluşun, hangi cepheden baktığına bağlıdır çoğu zaman ve iki kişilik bir hayatı asla bir tek cepheye sığdıramazsın.

Otuz saniyelik sessizlikten sonra kadehlerini eğik zemine inşa edilmiş hayatlara kaldırdılar.

- İçindeki anlatma güdüsü, zamanla da törpüleniyor sanki. Büyüdükçe bir -Aman niye kasıyorum- hali hasıl oluyor. Karşılık bulacağı meçhul açıklamalarla vakit kaybedeceğime kendi içime dönerim, zaten dağınık etraf, bir el atar çeki düzen veririm diyorsun.

+ Bak işte gerçek yalnızlık, birileri seni terk ettiğinde değil, kendinle delikanlı bir ilişki kurabildiğin an başlıyor.

- Çöplerinle barışıyorsun.

+ Renklerinle tanışıyorsun. O andan itibaren yalnızlık karanlık bir yer olmaktan çıkıyor. Yalnızca o renkleri görebilen ve avuç içinde yeni renklerle gelebilen insanlarla ilişki kurmanın sana en uygun sosyalleşme şekli olduğu kanaatine varıyorsun, bir daha da asla aksi mümkün olmuyor.

- Bir gün biri bana avucunda çok güzel bir maviyle gelmişti mesela. O gittikten sonra ardında bıraktığı boşluk da mavi kaldı ve oraya her dokunduğumda imalı bir biçimde aynı şarkı çalıyor hala.

+ Çünkü o insan silueti şeklinde, araba şeklinde, bir küçük ev şeklindeki boşluklar, seninle yaşamaya devam ediyorlar. Dinlersen konuşurlar, o boşluklardan yükselen seslerde güzel anıların ve büyük günahların var.

- Bütün bu hesaplaşma bittiğinde, artık yalnızca kendin olmaktan başka şansın kalmıyor. Başka biri gibi davranmaya kalktığında; ya da insanlar, koşullar, yol ayrımları seni buna zorladığında, veyahut sırf kolayına geldiği için başkası olduğunda, sonunda mutlaka tökezliyorsun, yalpalıyorsun, etrafı kırıp döküyorsun.

+ Meyhanede önümüze gelen bu tabaklar mesela, baksana zamanın çizikleri ile dolu. Bu çiziklerde efkarlı sohbetler de var, büyük kutlamalar da; ilan-ı aşk da var, vedalar da. Sen de bu tabaklar gibi zamanın çizikleri ile dolusun. Dokun onlara, o çiziklerde kimselere anlatamadıkların var.

O sırada Adalı Rum Kızı, cezvesiyle birlikte iki fincan kahve getiriyor. Yarı Türkçe yarı İngilizce; “Buyrun, Greek Coffee” diyor.

“Hadi ordan” diyor kadınlardan sarışın olmayanı, düpedüz türk kahvesi bu! Turkish Coffee, ok?

Aralarında ufak çaplı bir kardak krizi yaşanıyor.

Son yudumlardan önce kadehleri son kez çınlıyor:

"Toplumsal hassasiyet çemberimizin kahve, yoğurt ve baklavadan öteye geçeceğine dair taşıdığımız cılız umuda, hakikatin bacakları üzerinde duran inadımıza, ummanda bir zerre olduğunu kendine sık sık hatırlatanlara, kot farkı yüzünden yitirilmiş aşklara, derinindeki maviden yükselen şarkıların imasına, kendiyle delikanlı bir ilişki kurabilmeyi başarmış iki kere rafine yalnızlara, artık giymediğin kot pantolonunun cebinden düşen pansiyon kartlarına, içimizdeki biçim biçim boşluklara, nadir olanın narinliğini bilip sahip çıkanlara, meyhane tabakları üzerindeki çizik çizik vedalara, ezberbozanlara, Nazım’a ve Vera’ya, Patti’ye ve hiç vazgeçmeyen Robert’a.

***
  -  Ne demişti Robert?
+ “Patti, Kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor… ”



 ***

Duydun mu bak hala Greek Coffee diyor...

Yemişim kahvesini, sana bişey olmasın...







Yirmi Beş Şubat İkibinonyedi, Chios.

üç kısa tebeşir bir virgül


Dokuz ya da on yaşlarındaydım. Ders; Matematik, Konu; Ondalık Sayılar. Öğretmen tahtaya kaldırdı beni. Dört haneden sonra virgül koyup devam etmiş, upuzun bir sayı. Altına aynısının lacivertini daha koymuş. 
"Çarp bakalım" dedi vicdansız. Dedim "Bari toplasaydım?" Yok, dedi çarp sen. Neyse başladım çarptıklarımı alt alta yazmaya. Bitene kadar üç kısa tebeşir harcadım. Bu sırada sıkıldı tabi sınıf, çöpün yanında kalem açma bahanesiyle kaynatanlar, oradan oraya uçuşan kağıtlar, kıkırdaşmalar, hepsi birleşip fırsatçı bir uğultuya dönüştü ensemde. Sonunda bitirdim, bir de çıkan sayının sağ alt köşesine çapraz olarak alt alta iki kısa çizik attım artist artist. Üniversiteye giden ablamdan iki gün önce öğrenmiştim bu hareketi ve iki gündür en az yirmi kere pratik yapmıştım. "Bitti." dedim. Geldi öğretmen baktı... baktı... hesapladı... Aniden bir tokat attı sağ yanağıma, bir de yüzüğü var ters dönmüş, hiç unutmam yeşil taşlı. Virgülü yanlış yere koymuşum, öyle dedi. Yanıyor yüzüm falan ama ben o kadar eminim ki doğru yaptığımdan, hala kafa orda. Dedim "Ben doğru yaptım ama!" 
"Otur yerine!" dedi. Yanağımı ovalaya ovalaya gittim oturdum. 
Ders bitene kadar elim yanağımda gözüm tahtada tekrar tekrar kontrol ettim yaptığımı.
Zil çalar çalmaz gittim yanına öğretmenin; tekrar ettim: "Ben doğru yaptım." 
Uzandı yanağımı okşadı. "Evet." dedi "Ben de farkettim. Özür dilerim."
Üç saniyelik bir zafer yaşadım kendi içimde. Çünkü hem o korku filmi gibi sayıları doğru çarpmıştım hem de koskoca öğretmen benden özür dilemişti. Döndüm sırama oturdum. Sonra "Bi'dakka ya!" dedim kendime. "Öğretmen bütün sınıfın önünde bana tokat atıp, herkes teneffüsteyken özür diledi." Bu ağır haksızlıktı. 

Sonraki ders başlayıp sınıf toplandığında fırladım tahtaya, dedim ki "Arkadaşlar bir dakika beni dinleyin" Uğultu kesildi. "Öğretmen benden özür diledi. Çünkü az önce virgülü doğru yere koymuşum aslında ben. naber." Döndüm öğretmene baktım, "Arkadaşlarımın önünde de tekrarlar mısınız lütfen?"

Öğretmen sınıf defterini imzaladıktan sonra kafasını  kaldırdı, bana baktı, sonra sınıfın meraklı bakışlarını gördü  ve şöyle dedi:

"Ders, Hayat Bilgisi. Seda, otur yerine."

Dünya üzerinde, o gün adını bilmediğim tehlikeli bir şeyin var olduğunu farkettim. 

İnsan Ego'su.


***

O tokadı yememiş olsam da virgül'ü önemserdim kesin. Noktalama işaretlerinin içinde, çok çocuklu bir ailenin büyük kızı gibi tüm sorumluluğu üzerine almıştır çünkü. Yeri gelir kardeşlerinin ayıplarını örter, yokluğunda kurmuş olduğun ağdalı cümle bi halta benzemez. Ya da olur da yanlış yere koyarsan haşa baban gibi eşşek olabilirsin. 
An gelir es olur, nefes olur. 
Ve fakat, yetmez. 
Hayat, tüm hesapların doğru, noktalama işaretlerinin yerli yerinde olduğu yerde başlıyor. Matematik ve imlanın önemli fakat yetersiz olduğunu farkettiğin an sesini yükseltmeyi öğreniyorsun. 

Hesabının doğru, virgülün tam da olması gerektiği yerde olması ve senin haklı olman, başka bir gezegende güzellikleri getirebilir belki ama bu kürede, bu coğrafyada, bu delirmiş düzende; hali hazırda zaten yiyeceğin tokatla beraber hissedeceğin acıyı katlayan yeşil taşlı bir yüzük olarak çarpıyor yüzünde.


*** 


-Fazla tebeşiri olan var mı?


onaltışubatikibinonyedi,Karşıyaka. 

Gökyüzüne verilebilecek reklamlar ve açık kalan kapılar*


Nedir? İsminin anlamı yani? diye sordu. “Ses” dedim.  O kadar. Sadece ses.

Sessizliğin koşullara göre ne kadar manalı, ne kadar derin, ne kadar acımasız olduğunu ve derin bir sessizliğin, okuyabilen için binlerce kelime saklayabileceğini bilecek yaştasın. Bu yüzden isminin anlamını önemse. Öyle tükürür gibi çıkmasın ağzından, dedi.

Oysa sadece bayram öncesiydi, çok yoğun bir gün geçiriyordum ve deniz kıyısında soluklanmak istemiştim. Konuşacak halim yoktu.  Yaşadığım ülkede seksen altı bin küsur  Seda vardı ve en çok kullanılan altmış altıncı isimdi. Pek azını tanıyordum. Bir kaçı dışında hepsinin ortak özelliği gösterişli ve kaygısız olmalarıydı. Ama bunu da önemsemiyordum. Düşünecek daha önemli şeyler vardı. İnsanlar televizyon izlemek yerine pencerede oturup denizi seyretseler, gökyüzüne de reklam verirler miydi gibi şeyler mesela.

İspanyolca “İpek” demek, dedim. Osmanlıca’da  meme anlamı olduğuna dair rivayetten bahsetmedim. Espri anlayışı hakkında fikrim yoktu çünkü.

Bu konuşmadan birkaç dakika önceydi, bayram tatilinden önceki son iş gününü bir deniz kıyısı kasabasında bitirmiştim. Sahilin yenilenmiş banklarından birine oturdum, kulaklıklarımı taktım, “En sevdiğim oyun kendini kandırmaca” adlı playlisti açtım, o sahil kasabasına daha önce de gelmiş olduğumu hiç hatırlamadım. Uçaklara verilebilecek çirkin reklamlar üzerine düşündüm ve kalktım.

Tam o sırada tekerlekli sandalyesinden bana seslendi: “Resmini çiziyordum lütfen beş dakika daha otur, hemen bitiririm.”

Gitmem gerektiğini, yolumun kısa olmadığını söyledim.

Bebeklerin ilk çıkan dişleri alt iki dişleridir ya hep, işte onun da son kalan iki alt dişini göstererek gülümsemesine istemsizce karşılık vererek karşısına oturdum.

-Böyle oldu mu?

Gülümsemesi yüzündeki gölgeyi tamamen aydınlattı bu kez. Kumaş eczane torbasından sigarasını ve yeni bir kağıt istedi, uzattım.

Onun ismi ve anlamı üzerine konuşamadık.  “Devlet o kadar çok değiştirdi ki ben bile hatırlamıyorum” dedi.

-Sağcı mıydın, solcu mu?

Ülkücüydüm ben, sevmezsin sen,  dedi.

Sessizliğin gizlediği kelimelerin farkında bir ülkücüyü koşullara göre sevebilirim, dedim.

Bir suratın ana hatlarını çizdi. Sonra kafasını kaldırıp uzun uzun baktı. “Unutmak için önce affetmen gerek” dedi. Eğilip kalemiyle gözler arasındaki mesafeyi ayarlamaya koyuldu.
Uzun zamandır böylesi şaşırdığımı hatırlamıyorum. “Nasıl yani??” Diye sordum.

“Çok kırgınsın, hırsla aklındaki her şeyi silmeye uğraşıyorsun, böyle olmaz, sakinleşmeli ve affetmelisin. Ancak o zaman silmek istediklerini silebilirsin. İnsan ancak affettiğinde gerçekten unutur” dedi.

-Nereden çıktın sen akşam vakti? Bütün bunları nerden çıkardın?

“Ben hiçbir şey anlamadım ve hissetmedim. Öyle yeteneklerim yok. Sen zaten herşeyi anlatıyorsun” dedi.

Sustum. Daha fazla üstelemedim. “En sevdiğim oyun kendini kandırmaca” listesi bir yere kadar vardı. Kulaklıkları çıkarınca gerçek hayata dönüyordun ve ben büyük ihtimal bir ara bir kapıyı açık bıraktığımdan acayip sürprizleri çekiyordum. Hangi kapı olduğunu bulmam imkansızdı. İnsan kapatıp kilitlediği kapıları çok iyi bilir fakat açık bırakılarak eşiğinden hızla geçilen kapılar hep unutulur.

“Hayatta en dibi de gördüm, en yüksek yaşam standartlarını da,” dedi. ”Tahmin edemeyeceğin kadar iyi ve tahmin edemeyeceğin kadar kötü yaşadım. İçinde ailemin ve maddi gücümün olduğu yılları çıkarırsak hayatımın geri kalanı hastanede ve hapiste geçti. Çok ciddi işkence gördüm, kaburgalarımı kırdılar, sakat bıraktılar… Bunları sana anlatmayacağım. Bütün bunlardan öğrendiğim tek şey var, “Acımıyor!” diye bağırırsan gerçekten acımıyor.” Dedi.

"İşte bu yüzden, ne yaşarsan yaşa, acımıyor diyeceksin, her zaman birilerinin elini tutacak gücü kendinde bulacaksın ve bırakacak gücü tabii."

Gözlerim doldu. Bazen gözlerim öfkeden mi doluyor, üzüldüğümden mi, yoksa bir nokta var içimde de oraya dokunulunca mı kestiremiyorum. Sanırım sonuncusu. O noktayı kimi zaman yok etmek istiyorum. Çoğu zaman da nerede olduğunu bulup kontrolsüzce üzerine basmak.

Konuyu değiştirdim, 

-Hastane? Hastalığın ne?

“Kalp pili var bende, 6 ay sonra ömrü dolacak, nakli de reddettim” dedi.

Nedenini sordum, birden hiddetlendi. Yüzünde çocuksu, hırçın ve şaşkın bir ifade belirdi.

- Çünkü kalbi insan ölmeden çıkartıyorlarmış! Ölmemiş bir insanın kalbini nasıl alayım ben?

“Beyin ölümü diye bir şey var” dedim. Biraz anlatmaya koyuldum. İkna etmek için çabaladım. Belki bir faydası olur, söylediklerimin altını doldurur diye mesleğimden bahsettim.

“Ben biyolog falan anlamam. Bir insanın kalbi durmadan ölmeyeceğini bilecek kadar çok adam öldürdüm” dedi.

Sıradan bir beyaz yakalının, hayatın akışı içinde duymayacağı cümleler duyuyordum.

“Pili yenilesinler?”dedim. “Akciğerlerim  kötü durumda, uzun hikaye, olmuyor” dedi. Kendinden değil, benden bahsetmek istiyordu. Sanki denizi seyrettiğim üç şarkılık sürede hayatımın son çeyreğini izlemiş ve bu konuda edecek bir çift sözü vardı.

O’na birini öldürmek üzerine bir sürü soru sordum. Vicdan sahibi bir adamın -inandıkları uğruna-olduğuna kendini inandırarak başka hayatlara son vermesi üzerine kendime bir şeyler katabileceğim başka bir zaman dilimi ihtimali çok güçtü.

“Ben gördüğün gibi ağzında diş kalmamış engelli bir adamım, her yere aitim ve hiçbir yere. Bu yüzden beni yanlış anlayacağına dair korkum yok, saklama kendini, git uzanan eli tut.” Dedi.

O’na, birinin elini tutmanın sandığı kadar kolay bir şey olmadığından bahsettim.  

"Havada uçuşan bir sürü yalan var, havada uçuşan mermiler de oluyor zaman zaman, -miş gibi insanları var, her yerdeler. Mutluymuş gibi, çok seviyormuş gibi, çok duyarlıymış gibi, nasıl tamamlarsan işte. Herşeyi bildiğini sanan elleri çok kirli bir adam var. Artık üzülmeyi bıraktığın katiline aşık bir topluluk var, aynı havayı soluduğun.  Bir gün dayanamayıp, dile gelip ana avrat düz giderek kendini patlatacağını düşündüğüm yer küre var, insanlığımızın posasından  bir çöplüğe dönüştürdüğümüz. Kadınlar kalçalarını fotoşopla şekillendirip altına en sevdiğin şairin dizelerini yazıyor bu ülkede.  İki kere tıklayınca kocaman bir kalp oluyor. Ete kemiğe bürünse eldivensiz dokunamayacağın plastik duygular var. Sen bunca beyin yakan durumlar silsilesi içinde uzanıp birinin elini tutuyorsun. Bu ne demek biliyor musun? Varım. Bunlar var, ama ben de varım. Artık yalnız değilsin, demek. Var olmanın kolay olmadığını bilecek kadar yokoluşa tanık olmuşsun bayım. Beni anlayacağını umuyorum.”

Vedalaştık.

Elimi, iki elinin arasına koydu. Bunu yapmasaydı beni anladığına ikna olmayacaktım. Kritik hissiyatların sıradan ayrıntılarda gizli olduğunu düşünenlerdenim.

Dönüş yolunda, “ En sevdiğim oyun kendini kandırmaca” adlı playlisti sildim.

"Seda" isimli bir playlist oluşturdum ve içine Jeff Buckley’den çok güzel şarkılar koydum.



                                                                   ***

-Hayatta bazı şeyler tesadüftür. Diğerleri ise açık bıraktığın kapıların buyur ettiği rüzgarın getirdikleri.  Yol ayrımlarında seçmediğin yolların sana öğretecekleri de orada gizli.






*Yaşanmıştır.

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...