haşunubileydin.


İlkokuldan beri uçlu kalem, kurşun kaleme göre daha karizmatiktir gözümüzde. Halbuki çok anlamsız, kurşun kalemin ne zaman biteceğini görür, ona göre tedbir alırsın, uçlu kalem en olmadık zamanda bozulur. Çok önemli bi'sınava giriyorsak eğer mesela, uçlu kalemin yanında mutlaka bir de kurşun kalem alırız. Öyle güven verir. ama uçlu kalem bozulursa diye ordadır o. Tahta sıraların üst kısmındaki oyuğa yerleştiririz oturur oturmaz. Orda olması güven verir. "Yedek kalem" deyince gözünde canlanan şey her zaman hafif yarıya inmiş bir kurşun kalemdir mesela. Arkadaşın isteyince de ilk onu gözden çıkarırsın.
Uçlu kalem ise, 'var ama -bitane-' dir.

Uçlu kalem dengesizdir bir kere, ya uç içinde kalır sıkışır çıkmaz çıkartana kadar çıt çıt çıt uğraşırsın bi ton, ya da bi basarsın hoop hepsi birden çıkar. Dengesi yoktur yani ve -bunun senin ona nasıl davrandığınla alakası yoktur.-
Kurşun kalem ise yalnız bir şekilde arıza çıkartır. Açarsın açarsın kopar gider ucu hep. Bakarsın ne kadar uğraşsan boş...
Tamam, dersin, -içi kırık- bunun... ve bu içten kırılmanın bir tek açıklaması vardır,- çok düşürmüşsündür- de ondan!

Sen hiç durduk yere içi kırılan kurşun kalem gördün mü?

Unutmadan; tükenmez kalem diye bişey de var ama zaten onun yalan olduğunu öğreneli çok oldu...

bi de atasözü var. anlayana davul zurna filan.





ikieylülüüçeylülebağlayangecesıfırbirsıfıraltı.

-ben burdaki lülülüüü ye bayaa bi güldüm.

üzerinden yol geçen masal.





Onbeş yaşlarındaydım sanırım, canımın sıkkın olduğu zamanlarda kendimi mutlu etmenin işe yarar bir yolunu buldum. Küskün olduğumda, hak etmediğimi düşündüğüm hadiseler yaşadığımda ya da sadece gerçekten ihtiyacım olduğunu hissettiğim zamanlarda, kendimi okul çıkışlarında Karşıyaka Pan Kitabevine atardım. Orasını kendime armağan edeceklerimle dolu harikalar dükkanı olarak kabullenmiştim.
Kendi kendime hediye alabilmem için tek şartım vardı. Yeterince hak etmiş olmam.
Beni Pan Kitabevine getiren yol uzundu. Öncelikle mevzu bahis olayda elimden geleni yapmış olmam gerekiyordu ve ardından harçlıkları biriktirme süreci başlıyordu.
Bu yüzden en çok sevdiğim kitaplar ve 'sardığında' parmağımın ucunda döndürüp düzelttiğim bütün kasetlerim çok yakınımdan hediyedir benim ve yatağımın altında saklı durduklarından çocukluğuma sarılıp uyurum ben.
Bugün Pan'ın tahta kapısını açıp kendine has kitap kokusunu içime çektiğimde anladım, küskünlükler büyüyüp artık daha fazla mücadele gerektirdiği için tekrar gelişim zaman almıştı ve işte evet, sonunda elimden geleni yaptığıma inandırmıştım kendimi. Eskisi gibi, tamamen benim uydurmam olan iç sesim, beklediğim cümleyi kurdu. "istediğini seçebilirsin!"
Annesi tarafından bakkala gönderilmiş ve yalnızca para üstüyle kendisine kraker alabileceği öğütlenmiş çocuk gibi, beğendiğim onca şey arasında şikayet etmeden seçim yaptım ve bir kitapla bir CD aldım.

Aynı tanıdık yüz, kasada sordu;
-hediye paketi yapacak mıyız?
Durdum, yok canım, gerek yoktu, aldığım kişiyle öyle hediye paketi filan gerektirmeyecek kadar samimiydim.
Seçimlerim konusunda mütevazilik edemeyeceğim, en alt rafın en dip köşesinden bulduğum "İstanbul/ Beyoğlu Rapsodi * Taksim Trio" albümünün Double Bass, Piano ve Violin üçlemesi beni benden aldı, bir daha arasam bulur muyum bilmem ama, sevdiğim herkese hediye etme isteği uyandırdı içimde. Becerebilirsem buraya bir tane şarkı ekleyeceğim. Hem bu yazının fon müziği olur ne güzel.

Serbest çağrışım: Arada bir beni yoklayan melankolik yanımdan mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama bazen hayatın da bi fon müziği olsun istiyorum. Başımdan geçen hadiseler esnasında buraya şu şarkı yakışır şimdi dediğim oluyor. İnsan ağlarken şimdi bi fon müziği olsa diye geçirir mi aklından o kadar dert arasında, ben geçiriyorum bazen.
Sevgili hayat, uzay boşluğundan düşme isteklerimden bıktın biliyorum ama bisiklet sürerken arkadan ah nerede vah nerede film müziğini çalarsan çocuk gibi sevinirim. öyle mp3le kulaklıkla olmuyor.

***

Şu an, geçmişte kendime hediye almama sebep olan küskünlüklerimle bugün içgüdüsel olarak kendimi aynı kitapçıda bulmamın sebeplerini karşılaştırmak ihtiyacı uyandı içimde. Büyüyüp koskoca kız olduğumun sağlamasını yapmam gerek.
İşte böyle durumlarda CTRL+F yapıp eski günlüklerimde arama yapmak istiyorum. En az, kaybettiğim ev anahtarını ev telefonundan çaldırıp bulma isteği kadar imkansız ama.


***

Kitapçıya gittim çünkü, büyükşehir belediyesinden geldiler bugün.
yanlış yere kurmuşum hayatımı,

üzerinden yol geçecekmiş.

Çok güldüm. Ne saçma. Onlar gerçek tuğla değil ki, örneğin şu gördüğünüz bahçe duvarlarımı tanık olduğum bir peri masalından yaptım ben. Yıkılmaz onlar dedim.
Tek hamlede yıkıldığında inandım dediklerine

Hayatın imar planı böyleymiş.

yirmisekizağustosikibinonsıfırbirellibir.


tiktak.


mutfakta durmuş bir saat var.
ne zaman baksam hep aynı yerde akrep/yelkovan.
ve ben, saatin kaç olduğunu bilmem gereken zamanlarda ve her seferinde ,
yanlış olduğunu unutup o saate bakıyorum, çok kısa bi'an doğruluğuna inanıyorum,
sonra anlamsız bulup uzaklaşıyorum.
hiç yeltenmiyorum ama yeniden kurmaya.
çünkü biliyorum, saatin kaç olduğunu en çok bilmem gereken zamanda, yani, saate en çok ihtiyacım olduğu anda, yine yanlış gösterip yanıltacak beni.
kaldırıp atmıyorum da, hatırası var.


işte sen o, yanlış olduğunu unutup her defasında bakıp yanıldığım mutfaktaki saatsin.






onikitemmuzikibinonondokuzelli






önüm arkam sağım solum sobe.


Herkesin hayatı boyunca en az bir kere aklından geçirdiği bir şeyi son zamanlarda çok şiddetle istiyorum ben. Nitekim isteklerimi beyin gücüyle değil hayal gücümle şekillendirdiğimden yanaklarımı şişirip dudaklarımı sarkıtarak yine uufff çekiyorum sonunda.

-ben kendimden bir kaç tane daha istiyorum.-

Onları yerleştireceğim yerler var çünkü. evet biriyle baş edemezken birkaç tanesi için uğraşmak ruhuma fazla gelebilir ama buna değer.
Çünkü olduğum yerde ve mütemadiyen; caydığım kararlar, döndüğüm yollar, olamadığım yerler, kaybettiğim insanlar, katlettiğim hayallerimi giyinip kendimi sorguya çekiyorum.
Verdiğim cevaplar;ne mızıkçılık yapmış çocuğunki kadar masum, ne de taş çalmış bir kumarbaz kadar artniyetli.
Farzı misal saklambacın, en güzel yerinde çıkıp gidersen, kalanlar eksik, giden yarım kalır da hep içimi burkmuştur gidişime rağmen oyunun devam edişi.

***
Bu, verilmiş kararları sorgu seansları yüzünden insan, diğer ucu göğüs kafesine geçirilmiş bir çengelli iğneyle takılı kalır yarım bıraktıklarına ki, bu böyle devam etseydi kan gövdeyi götürür ve muhtemelen dünyada en sık ölüm sebebi mutsuzluk olurdu.
Nitekim bu noktada mübarek insan beyni öyle bir çözüm bulmuş ki, her derde deva adeta.
Hatalı kararlar, başarısızlıklar, talihsizlikler ve hayata dair bilimum can yakan hadiseler, nesilden nesile aktarılan o mucizevi cümleyle çok kolay atlatılır.

Her işte bir hayır vardır!

Bu cümleyi kurup inandıktan sonra artık çengelli iğne, hayatımızı kolaylaştıran bir gereç olarak mesleğine geri döner.

En sahici materyalist olsun, mutlaka hayatının belli dönemlerinde inanmıştır bu teze. Öyle akıllıca tasarlanmış bir savunma silahıdır ki, hem mistik bir havası vardır hem de asla aksini ispatlayamaz kimse. Böylece, kendimizi yargıladığımız mahkemeleri yıkarak, -hayırlısı buymuş- gerekçesiyle beraat kararı verir, üstüne bir de gidemediğimiz ve iki dakika önce özlemi beynimizi kemiren yolları hayırsızlık suçundan ipe göndeririz.

ve belki de; yarım bıraktığı masalların mutlu sonla biteceği gerçeğini kaldıramadığı için yarattı insanoğlu bu cümleyi. her işte bir hayır vardır'la bantladı çatlaklarından sızan soruları.

mutsuzluktan ölürdü nitekim, yanlış yerlerde aradığı mutlulukların, terkettiği oyunlarda elma deyince çıkacağını bilseydi.

kalbidelik.


bana yaptığım hatalar çok şey öğretir, bir daha yapmamam gerektiği hariç. öyle alakasız bir hatadan, bambaşka, hayatın kendisine dair bir sonuç çıkarabilirim, ama aynı hatayı tekrarlama potansiyelim her daim mevcuttur. davranışlarımı belirleyen olgunun karakterim olduğunu ve bunun belli bir yaştan sonra çok az değiştiğini kanıksadım artık. bu yüzden bir daha dünyaya gelsem yine şu an bu yazıyı yazıyor olurdum.
örneğin UHT süt kutuları. tepesini delmem gerektiğini biliyorum. ama sekiz yaşımdan beri önce luk luk luk diye her tarafa sıçratarak bardağa doldurur, ondan sonra delerim tepesini. her seferinde de önce mutlu olur, sonra fizik kurallarının hayatın içinde ne kadar önemli olduğunu düşünürüm. değişmez bu. etrafı temizlerken de kendime kızarım.

-keşke bir yerlerimize yara açılmadan da öğrenebilsek adam gibi davranabilmeyi.

mesela.

çilekli çikolatayı çok seviyorum ben. Ama hayatımda hiç markete gidip almadım, çünkü yemektense cümle içinde kullanmayı tercih ediyorum; çilekli çikolata kulağıma o kadar hoş geliyor ki, tadınca hayal kırıklığına uğrayacağım diye korkuyorum. Zaten bir çok şey hep cümlelerimin içinde kaldı benim. Bu, temkinli davranıp kendimi garantiye alma içgüdüsü yüzünden, çok sevdiğim ama tadamadığım herşeye, özlemle selam olsun.

Tarihe en büyük savaş diye geçsin k.çımızla devirdiğimiz dağ gibi aşklar.

içimde çok fazla kelime var birikerek çoğalmış. ve ben, melankoliden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum, kendime küçük mutluluklar hediye edebilmek için. ara ara, özellikle akşam vakti, içimde cılız yanan floresan lamba gibi ortaya çıkabilen bu hissiyatı, yazarak kuvvetlendirmekten şiddetle kaçınıyorum. Lakin üfleyerek sönmüyor, fırlatıp atıyorum. azcık kırılıyorum.
bu yüzdendir ki, bu şey, yazı değil,bir yazmayı engelleme çabası.
ve başlığı, Küçük İskender'in lambama en az oniki voltluk katkısı.

dillerde nağme ya da kısaca dilbilgisi.



...ve ben artık; bana hiç benzemiyorum. hani cümlenin bir yerine artistlik olsun diye fazladan bir noktalama işareti koymuşum da hem anlam hem tonlama değişmiş, anlatmak istediğimden uzaklaşmışım gibi.Belki gereksiz yere virgül koyup uzattım cümlelerimi, bazılarının öznelerini sildim,tastamam içime oturan bir yüklem kaldı geriye.
bundandır ki, önceleri kurduğum cümlelerde kim? sorusuna cevaptı-m; şimdilerde, belli belirsiz; belirtisiz nesne.

***

bu gece de, içimde sürekli ağlamaklı bir şarkı çalıyor.
boşluklarımda arabesk bir kan dolaşımı, her dönüşte aynı yere dokunuyor.
adını biliyorum. melodisi çok tanıdık.
fakat ben o nağmelerin huysuz ve tatlı kadını değilim ya artık,
ne yalan söyleyeyim
en çok o koyuyor.

ben bugün bunu yaşadım.


öyle tek bir an geliyor ki, yaşadığın sürece hayata dair ne varsa hepsiyle ister istemez kurduğun bağları yok sayarcasına yabancılaşıyorsun yaşadığın dünyaya. sanki beyninde küçük bir nokta olarak başlayıp yavaş yavaş büyüyen sorular toplaşıp büyüyerek kocaman bir yumak halini alıyor ve sonra aniden.... zzzzztt! kısa devre. yabancılaşma anı. o anda nerede ve tam olarak ne yapmakta olduğuna, bulunduğun yere neden ve nerelerden geldiğine dair kafa yorarken buluyorsun kendini.

o kısa devre anında,herkes yaşamaya devam ediyor ben duruyordum. insanlar evleniyor, çocuk yapıyor, aşık oluyor, arkadaş ediniyor, sonra o arkadaşına aşık oluyor, dans ediyor, ağlıyor, kahkaha atıyor, ölüyor... ne bileyim bir yerlerde birileri devlet başkanı filan oluyor mesela. işte tam o esnada ben duruyorum.
trafikte durmak gibi birşey değil ama bu. arkamdan korna çalan filan yok.kaya tırmanışında aniden durup yüksekte asılı kalmak gibi olabilir belki. biliyorum çok anlamsız ama soruların yumak olup beynimde kısa devreye sebep olması da anlamsız zaten.

****

insan geçmişine baktığında ne görür?
tansu çilleri işerken hayal edip hınzırca gülen herhangi bir çocuk,sonra makyaj yapmayı öğrenmeler, annenin cımbızını çalıp kaşsız kalmalarla giden serpilme dönemi...

öyle değil işte.

"yozlaşın!" diye emrediyordu haber bültenleri biz büyürken. bize Mekdanılslar vaadediyorlardı, ilk gençlik yıllarımızdaki "fast-food" aşklarımızı yaşayabileceğimiz.
dövüşün! diyorlardı, en danışıklısından. dövüşmeden bize danışın.
NE'tekim biz doğmadan başlamıştı tüm bunlar. bizler, yeni dünyanın umut vaadeden nesliydik ve aramızdan idam sehpasında bile yakışıklı kahramanlar çıkmayacağından kirli avuçiçleri kadar eminlerdi.
tüketici hakları diye bas bas bağırıyordu caddelerde tabelalar biz büyürken. "tükenmek, en büyük hakkınız!" alt metniyle.
bu sırada kızlar büyümüş, kendi cımbızlarını edinecek yaşa gelmişlerdi, ama kuaför salonlarını tercih ediyorlardı artık. muhabbet esnasında hepsi teker teker beyinlerini unuttular o salonlarda, arkasından tanımadıkları evlerde bedenlerini. çünkü bilinçleri "fast-food" olmayı emrediyordu.
biz, büyüyorduk, ve tam da bu esnada, mesela tansu çiller, işte bizim gençliğimizin üzerine işiyordu.
*******
çok mu sosyo-politik yaklaştım.. bireysel geçmişime bakmaktan kaçtığımdan olmasın?

*****

kendime öyle yabancılaşmıştım ki bugün, alıştığım için artık görmediğim herşeyi gördüm.
örneğin yarabantları.çöplüğüm kullanmayı bilmediğim yarabantlarıyla dolu benim.

öyle ki, yaraların üzerine bant yapıştırırsan, havasız kalır, geç iyileşir. madem yapıştırdın bandı, geç iyileşmesine razısın, yalnız kimse görmesin istiyorsun,belli, ama ıslanınca düşer,bir işe yaramaz.velhasıl, sımsıkı bantladığın yaraların üzerine ağlamayacaksın.

ben bugün, o yarabantlarını avcumun içine bir bir toplayıp, attım. içimdeki çöpü sokağa boşalttım sonra. azbuz değil, epey bükülmüş olduğumu görmenin telaşıyla, bir kez daha dimdik duruyorum'u gösterme çabasıydı benimki. her zamanki gibi çocukçaydı...
-o değil de, bantları attım, yaralara ne oldu?-

yaralar-dı. Di'li geçmişime aitti hepsi ve benim hala acı-yor- olduklarını hissetme lüksüm yoktu. iltihap toplamış eski yaraların, bugünlerime geçmişten nurtopu gibi düşkırıklıklarını düşük yapmasına izin veremezdim, bu işin sonu kürtaj-dı. aldırdım, bende derin yara açmış, bugünüme doğmasına müsade etmediğim kırık dökük çocuk-luk-larımı...




not. bu blogun tarihi yanlış. bu yazının tarihi de yirmisekizmayısı yirmidokuz mayısa bağlayan gece dördü yirmi geçe.

pencereme süperkahraman konsa mesela.


mini mini ve pencereye konmaya marifetli bir kuşu sınırlı melodisi eşliğinde anlatmaya çalışırken beş yaşındaki o mucize varlığa, bir tek küçük leke içermeyen masumiyetini ve sınırsız hayal gücünü, rüyalarında süper kahramanlar görüp onların varlığına bu kadar kendinden emin vaziyette inanmasını kıskandım. sonra düşündüm, insan ne ara bırakıyor süper kahramanlara inanmayı? ya da inanmakta ısrar edince kafa üstü çakılmamız tam olarak kaç yaşından gün almamıza denk geliyor? hem büyümemekte ısrarcı olup hem de büyük adam olma hevesine sahip olma durumu nasıl bir çelişki arz ediyor? büyük olma yolunda kilometre başına adamlığımızdan kaç kilo kaybediyoruz?

****

bugünlerde feci tepkiliyim hayata. sanki ne yapsam olmayacak gibi hissettirdiği için bana. bazen beni yarattığı şablon kişiliklerle aynı kalıba sokmayı becerebildiği için. artık canımın olmadık zamanlarda çilekli dondurma istememesine sebep olduğu için ve en kötüsü, her gülümseyişimi kendi geçmişimden bir hüzün tavlayacak sonra da onlardan gayri meşru bir huzursuzluk peydahlanacakmış hissiyatına beni bu denli sürüklediği için...

***

bu yazı bende yarım kalmış hissiyatı yarattı. hala gözeneklerimde birikmiş kelimeler var belki ağlasam bir parça tuzla birlikte dökülürler de, ağlarsam rüyama süper kahraman gelmez diye korkuyorum. ( ben hala annemin pembe yalanlarına kanıyorum.)

like dreamers do.


buradan gitmeme kırksekiz saat civarı bir zaman dilimi kalmış gibi davranmıyorum hiç. eşyalarımı henüz yerinden oynatmamak bir kenara, sanki her geçen gün daha çok yerleşiyorum bu eve. "ev" diyorum çünkü şehrin kendisinden epey uzağım. zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyorum, bu da beni bu şehre bağlayan temel öğenin "evimiz" olduğu kanısını güçlendiriyor.
Bir şehirden başka bir şehre yol almanın eşiğindeki bir yetişkinden öte, hayatımda ilk kez büründüğüm, sorumluluk duygusu son derece güçlü bir öğrencinin ruh hali var üzerimde. Neyse, şehre geri dönünce girişeceğim patoloji programından bahsedip daha da sıkıcı olmak gibi bir niyetim yok.
***
Burada olduğum yedi ay içinde kendimi çok daha iyi tanıma fırsatı buldum. Bazen öyle şaşırdım ki...kendi kendimin beni bu derece şaşırtmasına içerlemedim de değil. Hayatın kendisi, idealler, hırslar, yetenekler, yeteneksizlikler, tahammülsüzlükler, aşk, dostluklar, kadınlar ve erkekler... meğer ne düşünüyor, ne hissediyormuşum hepsi burada çıktı ortaya. -İzmir beni tüketti, ben de İzmir'i- derdim hep oradayken. Bir şehirde uzun yıllar yaşamak, hep aynı kalmana, kısır döngüye dahil olmana sebep oluyormuş, aslında buymuş olay. İzmir, benim hep çocuk kaldığım şehir-miş.-buradan büyüyüp kocaman kız olduğum anlamı çıkmasın, yalnızca gözlem yeteneği biraz daha gelişmiş bir çocuk olarak geri dönüyorum o kadar.-
Olaylara, bir takım kavramlara ve çeşit çeşit insanlara bakış açını daha net görebilmek için, hiç tanımadığın bir şehrin ortasında, sırtında binbir türlü sorumlulukla öylece kalman yetiyormuş.
Bazen çok savunmasız olabileceğimi ve bunun gayet insani bir vaziyet olduğunu, aslında kapalı havalardan nefret ettiğimi, izmirde bunu hissediyor oluşumun, karakterimin sırf artistlik olsun diye bana oynadığı bir oyun olduğunu, "gurur" diye tabir edilen hissiyatın benim bildiğimden/inandığımdan çok daha başka birşey olduğunu,insanın aynı anda birçok şeyi yapabilmesi için günün yirmidört saatten daha uzun olması gerektiğini, karşındakine zarar verdiğini anladığın anda bırakıp gitmek gerektiğini, programsız yaşamaya başladığım anda öleceğimi ama aynı zamanda kendime programsız yaşamak için izin verdiğim zamanlarda çizdiğim bütün o keskin sınırların -hayati olan birkaçı hariç- anlamını yitirdiğini burada öğrendim.
Ayrıca, karşına çok ciddi, çok hayata dair, daha önce karşılaşmadığın ve büyüyor olduğuna dair sinyaller veren bir sorun çıktığı zaman, kendini mutlu etmek için, cebinde üç kuruşla, iki buçuk kuruşa renkli şekerlemelerden alıp, buçuk kuruş toplu taşıma araçlarına yetmediğinden binbeşyüz saat yürürken beatlesın herhangi bir şarkısını söyleyerek eve geri dönüyorsan, bu durumdan çıkaracağın basit bir ders var. evet. gerçek sen, bu'sun. diğerleri gibi yeni moda güneş gözlüklerinden, kariyer hedeflerinden, pazarlama stratejilerinden bahsederkenki sen, hayatı kandırdığın nadir anlardan bir kaçı o kadar. Elinde rengarenk şekerlemelerle "like dreamers do" söylerken öbür elinle hayata nanik yapmak kadar da keyifli bir hadise yok.
Burada öğrendiklerimin en önemlisi ise şudur ki, değiştirebildiğin ufak davranış tarzları bir yana, çok karakteristik özelliklerini değiştiremiyosun vesselam... hiç uğraşma, olmadık yere düşmanlık etme benliğine... sırf bu kadar sana dair oldukları için sevebilirsin o çekilmez ruh hallerini. çünkü, daha savaşman gereken çok engel çıkacak önüne - çıkanlar çıkacakların habercisi- ve senin elindeki tek silahın; o başına bela, o üzerine yapışmış, ve farkında olmasan da her ayrıntısında isteyerek yaptığına dair binlerce imza taşıyan, karakterin...

sondanbirinci.


ismi lazım değil, eski blog sayfamı kapatmanın zamanı gelmiş, geçmekteydi lakin iki kelam etmeye mecali kalmamış bünyenin yeniden kelimelerle haşır neşir olması epey zaman aldı, almakta da. yaşanmışlıklarımı biriktirip biriktirip sakladığım odanın, yuttuğum anahtarını kusmam gerek önce. yuttum çünkü zayıflık gibi gördüğümden olsa gerek geriye dönüp bakmamak gibi manasız bir çaba içindeyim ne zamandır. hayır,anatomik olarak insanın arkasına dönüp bakması için eğilmesi gerekmiyor oysa.
"bence korktuğumdan." gibi, eylemi içinde saklı bir özeleştiri cümlesiyle başlarsam, daha çok mu korkuturum kendimi? biraz korksa iyi olur. ayık tutar adamı.
korktuğumdan, çünkü hayatta kendine ya da başkasına hata yapma şansı tanımayan insanın geride kalmış yol ayrımlarına şüpheyle yaklaşması kendisini derin bunalımlara sürükleyebilir. Lakin"hayat" dediğimiz vuk'u da, el kadar kıza yol ayrımları konusunda bu kadar cüretkar davranmamalıydı.
yine önümde, tercih sebepleri kendilerine has yollar var. bu defa kafamın dikine gitmeyip yüz kişiye sordum ve en populer cevapta karar kıldım.
İnsan, başına gelen hadiseleri büyütmeye bayılıyor! Bu insani iç güdüyü bir kenara bırakıp, canımı sıkan katsayıları atıp sadeleştirme yaparsam, aslında benim başıma gelen meselenin, insanlık tarihinde sayısız kere tekrarlanan klişe bir sorunsal olduğu ortaya çıkıyor : Gitmek..? ya da kalmak.
Tanımlamalar önemli. Hayatta kurduğun cümlelere dikkat edeceksin. Onlar ki psikolojine çaktırmadan ama çok kuvvetli etki eder. Örneğin...
Gitmek. Adına "terketmek" dersen sırtına gereksiz yük bindirmiş oluyorsun Velhasıl kendi yazdığın trajedide başrol oynamanın adı melankolidir ve bünyende yarattığı geçici hazdan başka hiçbir işe yaramaz. Haz kısa sürer, sen sahici hayatta havanı alırsın.
gitme mevzusuna gelince,nereden nereye gidersen git, bütün gitmeler ve kalmalar arası mesafe, karar verdiğin an kadardır.

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...