On Yaşıma Mektup ve Schopenhauer'in Kirpileri.







 “Acaba otuz yaşında bu günlüğü okuyacak mıyım? Saklarım inşallah. Yoksa niye yazıyorum? Otuz yaşındaki halimi çok merak ediyorum.

Otuz yaşındaki Seda ile konuşabilseydim keşke…”

21 Kasım 1995, İzmir.

Öncelikle bu şizofrenik mektubu yazmama sebep olduğun için sana teşekkür ederim. Kendi çocukluğu ile sahici bir diyalog, pek az insanın başına gelir. Elimden geldiğince spoiler vermeden istediğini yapmaya gayret edeceğim.

Otuz yaşındaki Seda ile aranda öyle düşündüğün kadar büyük farklar yok. İnsan yaşadığı yıllardan istediği kadarını kendine katıyor, hücrelerinle ruhun arasındaki yaş farkı da buna göre belirleniyor.
Gezdiğinden, gördüğünden, okuduğundan,  çok şey öğreniyorsun yıllar içinde ama, en çok, en güzel, en acı, en süper, en unutulmaz öğretileri hayatındaki insanlar katıyor.

Bir sürü insan tanıdım, bazılarının hayatına dokundum, kimi hayatımı deldi geçti sandım da gün geldi adını unuttum, kimiyle otobüste, vapurda, banka kuyruğunda, ehliyet sınavında, kimiyle Güney’de bir köyde “ Ben de o tarafa gidiyorum, seninle geleyim”lerle tanıştım.  Kimi ilk kez dinlediğim şarkılarla, içimin derininde yer bulan notalarla, kimi yazılarla, elinde bir kitapla geldi;  buyur ettim. Kimi zamansız çaldı kapıyı, üşendim açamadım, kimini uzun süre bekledim ben duştayken gelmiş de  çok sonra öğrendim geldiğini. Hepsinden, bir dolu kütüphaneden öğrenemeyeceğim kadar çok şey öğrendim. Hiç birinin şu an olduğu yeri değiştirmek istemem. Gelecekte olacakları yerleri de. Hayatın; olayların akışını ve insanları konumlandırma şeklini kusursuz buluyorum ve asla bundan iyisini yapamayacağımı biliyorum. Bu bir razı gelme değil, bir saygı duyma hali ve bu halin kıvamını tutturmam çok zamanımı aldı.

Schopenhauer’in 1851 yılında yayınladığı Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler kitabının 396. Bölümünü okumana daha bir kaç yıl var ama tam bu noktada aklımda kaldığı kadarıyla Kirpi İkilemi'nden bahsetmem gerekiyor sana: 

Çok ama çok soğuk bir gün, onlarca oklu kirpi bir araya gelir. Donma tehlikesiyle karşı karşıya olduklarından birbirlerine yaklaşırlar. Sonra birbirlerinin oklarını fark ederler,  hatta bazılarının canı yanar, uzaklaşırlar hemen. Çok üşüdüklerinden, kısa süre sonra tekrar birbirlerine yanaşırlar. Donmanın eşiğinde üşüme ile, birbirlerine yaklaştıklarında oklarından rahatsız olma ikilemini bir süre yaşarlar. Bu ikilem; her biri için, aralarındaki mesafe hem birbirlerinin ısılarından faydalanacakları, hem de oklarının batmayacağı noktayı bulana kadar sürer. Sonunda, birbirlerini ısıtarak ve zarar vermeden, bir arada var olabilecekleri doğru mesafeyi bulurlar.

Çocuklar böyle değil, onların okları yok. Ama büyürken oklar büyütüyorsun aklında, ruhunda, hatta bedeninde, kalbinde ve insanlarla arandaki mesafeyi buna göre ayarlamazsan çok canın yanabiliyor,  hiç istemeden çok can yakabiliyorsun.

Üzülme, mutlaka doğru noktayı bulacak, hatta zaman zaman o noktayı terk edebilecek olgunluğa erişiyorsun. Uygun mesafede kalıp sıcaklığını dengeye getirdiğinde bir süre sıkıntı çekmemek ve sıkıntı vermemek için diğerlerinden uzakta bir yerde durmayı tercih edebiliyorsun.

Kimileri bu şekilde mutlu olmayı asla başaramazlar. Oklarıyla zarar verseler, hatta zarar görseler bile yalnız üşümekten korkarlar. Konfor alanlarında mutlaka vücut sıcaklıklarını garantiye alacakları biri vardır. Zira toplum da kulağına hep  bunun böyle olması gerektiğini fısıldar. Fakat üşümekten artık korkmadığın an, oklarından soyunmakta özgürsün.  Bu silahsızlığı en güvenli mesafeye değişmem, değişmeyeceksin.

Toplum, oklarından soyunup gelenleri sevmez.  Üzgünüm ama yaşamın boyunca hep, -4 yıl önce Haziran ayı hariç; kendini azınlık hissedeceksin. Azınlık hissetmek zaman zaman rahatsız edici olabiliyor ama genelde bununla ilgili gücünü azdan alan bir haz duyuyor ve zaman zaman hissettiğin o rahatsızlığı önemsemiyorsun.  Böyle hissetmeye başlamış olman gerek mesela, ilk Bosna şiirini yazdığım yaştasın.

Büyük savaşlarla ve büyük masalarda çizilmiş sınırları, bir ırkı, dini, rengi ötekinden üstün gören aklı, illaki bunlardan birine, bir kimliğe ait olma zorunluluğunu, toplumun, tamamen işine geldiği gibi koyduğu kuralları ve bunu akrabalar, iş arkadaşları ve bilimum sosyal çevre özelinde dayatma çabasını, farklı seslere kulak tıkamayı marifet sayan karbon kağıdı topluluklarını anlamlandıramadığın için ve tecavüze, cinsiyetçiliğe, hayvanları tekmeleyenlere, çocuk istismarına, fikirleri hapsedebildiğini sanan güç sahiplerine karşı durduğun için azınlığa dahilsin. Yerkürenin ve doğduğun coğrafyanın dengeleri can sıkıcı fakat, çiçekleri koparırlar da tohum hep var. Tohum varsa umut da var.

Bütün bunlar karakterine kodlanırken, arka planda olaylar akıyor.  Ard arda okullar bitiyor, annen daha evhamlı oluyor, baban yıllar içinde yumuşayıp pamuk gibi bir adam oluyor. Ablan bile yaşlanıyor. Çok sevdiklerini  kaybediyorsun,  zihnin, zamanla derine gömülen bir “onu gördüğüm son an” koleksiyonu yapıyor ve bazı hastaneler, bazı evler o derini bulup dokunuyor, her zaman bir yolunu bulup kaçamıyorsun.

Müdahale alanının kısıtlı olduğu, yaşamak zorunda olduğun için yaşadığın pek çok anı, birikip, insanlara karşı davranışlarını belirliyor. Gün geliyor, çok sinirlenmiş bir adamın gözlerinde kırılmış bir çocuk görüyorsun. Ağlarken kimse görmesin diye tuvalete kaçtığında aynada gördüğün kırgın kız çocuğunu, onun yanına oturtuyorsun. Onlar el ele tutuştuklarında zaman duruyor. Sendeki çocuk, bir başkasının derininde çıplak ayak yürümeye başladığında, adı aşk oluyor.

                                                                                              ***

Sana bu mektubu, iki yıl gecikmeli yazıyorum. Fakat hayatın sıralama ve konumlandırma konusundaki doğruluk payından şüphe duymadığımı belirtmiştim.  

Otuziki yaşındayım. Etrafımdaki on kadından sekizi, hiç çaktırmayanlar dahil olmak üzere, kıvrımları beğenilsin, yeni kestirilmiş saçı fark edilsin istiyor. Arzulanmak bir de prenses olmak istiyor.  Yara bandı olmaya meyilli, tacı pırlantadan bir prenses. Oysa bir kez öpülseydi boşluklarından, hiç önemsemezdi bunları, bilmiyor.
Etrafımdaki on erkekten sekizinin kafası karışık, biri gelsin toparlasın istiyor. Toparlasın ve gitsin istiyor. Eşraf çok uzun yıllardır erkeklere güzel sevmeyi öğretmeden önce uzvundan mütevellit avantajlarından bahsediyor.

Otuziki yaşındayım.  Yeni biriyle tanıştığımda artık nereli olduğunu ne iş yaptığını, hangi okullarda okuduğunu değil, sabahları dinlediği şarkıyı, çocukken ilk okuduğu kitabı, hatırlamıyorsa en sevdiğini merak ediyorum. Mutlaka daha önce aşık olup olmadığını sorup gözlerine kitleniyorum. Tereddütsüz “Evet” diyorsa ondan hiç korkmuyorum, o an sevmeye başlıyorum.

Otuziki yaşındayım,  on yaşındaki umudum, on sekiz yaşındaki umutsuzluğum, yirmi iki yaşındaki öfkem yok,  hala çok sevmeler, çok çok güven, sonsuz kredi ile adımlar atıyorum. Hala birbirinden güzel yanılıyorum ve en güzeli sonuncusu.

Otuziki yaşındayım ve seni hem geceleri başucumda, hem de içimdeki en renkli bahçede saklıyorum.  Bu çağda günler insanın aklını kirletiyor, sana bakıp uykuya daldığımda,  ilk yazdığım sayfanın masumiyetine kavuşuyorum.

                                                               OnİkiHaziranİkiBinOnYedi,Karşıyaka.








2 yorum:

Fikret dedi ki...

Kaliteli blogların hâlâ var olduğunu görmek güzel bir duygu. Harika bir yazı, okurken kendimden şeyler görünce şaşırdığımı da itiraf edeyim. Diğer yazılarınızı henüz okumadım ama ilk fırsatta hepsini okuyacağım.

Adsız dedi ki...

Beni benden aldı...

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...