“Onu çok iyi tanıyordum” dedi kadınlardan sarışın olmayanı.
“Tanışmıyorken bile çok iyi tanıyordum. Uzaktan izlerken yani.”
“Küçük Prens ne der biliyor musun?” dedi sarışın olan,
“İnsan, ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayasını gözler
göremez.”
Otuz saniyelik sessizlikten sonra kadehlerini, öldüğüne asla
inanmadıkları Küçük Prens’e kaldırdılar.
“Büyükler de “Gönül gözüyle bakmak” der. Ama büyük risk. Ben
şahsen korkuyorum artık. Birine yüreğinle bakıyorsan eğer, yani anneannemin
dediği gibi -gönül gözün-le, içindeki tüm karanlığı, çocukluktan kalma yara
bereleri, tutmamış yamaları, komplekslerini, ukalalık ederek gizlemeye
çalıştığı korkularını, kahkahasıyla perdelediği yorgunluğunu, eksik aklını,
korkulu rüyalarını, saçmalayan tarafını, dikenli bahçesini görüyorsun. Hepsine
teker teker dokunuyorsun. İyileştirmeye koyuluyorsun çünkü gözünün önündeki
açık yaraya tahammül etmesi zordur. Gözlerin görmediği tüm zaaflara
gülümseyerek kucak açıyorsun. Olduğu gibi kabul etmiyorsun. Kimsenin kimseyi
olduğu gibi kabul etme hakkı yok çünkü. Kimse kimseyi “kabul buyurmasın” çünkü
kimse o kadar parlak değil diğerinden. Sen, öyle baktığın için gerçeğin
mayasını görüyor ve -olduğu gibi seviyorsun.”
“Sonra ne oluyor?” diye sordu öteki, tütününü sararken. “Karpuz
kabuğu mu?”
Sonra, dedi Sarışın olan, hafifçe gülümseyerek, “ Sen böyle
derinlerde takılırken yüzeyi kaçırıyor ve derinlerdeki dikenlerden olsa neyse,
yüzeydeki karpuz kabuğuna çarpıp yaralanıyorsun.
“Karpuz kabuğu hayalkırıklığıdır dostum. Dipteki canavarı
ehlileştirmiş biri için, yüzeydeki karpuz kabuğuna çarptığın o an, hayatın sana
ilk kez gösterdiği orta parmağıdır.”
"Ve işte insan böyle vazgeçer inanmaktan. Böyle küfür etmeye
alışır. Böyle kozasını örer. Bir aşk biterse böyle biter. Bir ülke batarsa bu yüzden
batar. Çünkü memleket meselelerinin temeli de çoğu zaman derindeki canavar
değil, yüzeydeki karpuz kabuklarıdır."
Sarışın olan benim. Çocukken
doğaldı artık yapay. İçimin beyazı ile
saçımın sarısı bu noktada örtüşüyor.
Çocukken doğal olanı büyüyünce taklit edebildiğimiz sürece nefesimiz
suyun altında idare ediyor çünkü. Çünkü
o gözlerini sımsıkı kapayıp kendi kayalıklarından başkasının derinine atlayan, çocukluğunun aslına en
yakın kopyası. Ben kim bilir kaçıncı kadehi doldururken, karşımda oturan
arkadaşımın omzunun arkasından bana gülümsüyor. O’nu yitirmediğime seviniyorum.
Sitemli bir ses tonuyla fısıldıyor:
-Beni bir daha karpuz kabuklarıyla muhattap etme.
Çok içtim galiba, diyorum. Kapanışı yapalım mı?
“Kalbinin üstünde göz taşıyanlara, Küçük Prens’in öldüğüne
inananlara inanamayanlara, şemsiye taşımaktan hiç hoşlanmayanlara, açık yara
gördü mü dayanamayanlara, ehlileşmeye meyilli derin su canavarlarına, en son ben aradım
diye trip atmayanlara, derinlerde yüzerken yüzeyi kaçıranlara, hayalperestlikle
delilik arasında hiç durmadan yolculuk yapanlara, dünyanın aslında o kadar da
kötü bir yer olmadığını düşündüren güzel insanlara yani Kazım Koyuncu’ya, mesela
Mendela’ya, Frida ve Che Guevara’ya ve
tabii öldürmeyip güçlendiren karpuz kabuklarına kardeşim.”
“Herkes kendi denizindeki karpuz kabuklarını süpürse…”
“Yemişim karpuz kabuklarını. Sana bi’şey olmasın.”
***
*Uzun süre
saklayıp, yitirdiğinizi düşündüğünüz; çocukluğunuzun bir kopyası varsa eğer, ya gerçekten yitirmişsinizdir
ya da en yakın arkadaşınızın omzunun arkasındadır.
onbeşeylülikibinonaltı, Alaçatı.
onbeşeylülikibinonaltı, Alaçatı.