Tabur'cu.

Evin, artık seyahatler için bir ara durak olduğu dönemdeyim. Lyon'a gitmeden önce eşyaların hazırlandığı, arada uğranıp kirlilerin makineye, temizlerin tekrar bavula dizilerek Samsun'a, bazen Antalya'ya bazen Viyana'dan Kayseri'ye; oradan Paris'e geçilmek üzere kapısını kitlediğim evim. 

Bu kez, yaşadığım ülkede daha önce gitmediğim bir şehirdeyim. Ortamlarda göğsümü gere gere  "Eskişehir tam öğrenci şehri ya" diyebilirim ben de artık. O akşamüstü, Üniversite'de Cumhuriyet Tarihi araştırmaları yapan bir arkadaş ediniyorum ve genel seçimler öncesi akıllarımızın hararetini alıyoruz. Birlikte Eskişehir'i turlarken arada soluklanmak ve bir şeyler içmek için bir gezgin barına oturuyoruz. O'na Milli Mücadele yılları hakkında aklımda yıllardır yer etmiş bir sürü soru soruyorum ve ikiletmeden yanıtlıyor tüm sorularımı. 

Ertesi sabaha karşı hastanedeyim.  "Burada ameliyat olamam,kimsem yok burada, İzmir'e gitmek istiyorum" diyorum karşımda kaleminin arkasını alnında çıtçıtlayan doktora. "Hayati riskin var hiç bir yere gidemezsin" diyor, kalemini ciddiyetle masaya bırakırken. En yakın arkadaşımı arayıp saatlerdir çektiğim ağrı ve hissettiğim korkuyla ağlamaya başlıyorum. Beni yeşillerle paketleyip sedyeye koyuyorlar. Arkamı dönüp baktığımda benimle ameliyathanenin kapısına kadar gelen iki kişi var. Siyasi ayrışmalar sebebi ile yıllardır görmediğim, hiç iletişim kurmadığım kuzenim ve dün Milli Mücadele diye darladığım, o an ikinci kez gördüğüm adam. Kapıdan girerken son kez ikisine bakıyorum, gülümseyerek el sallıyorlar; sonra çıkıp bir de dışarıdan; kendimi de içine alarak bakıyorum kareye, "Rönesans tablosu gibi... " diye geçiriyorum içimden, gülüyorum. 

Ameliyathanede kollarımı ve bacaklarımı bağlıyorlar. Böylesi bir teslimiyet canımı sıkıyor. Doktor başımın arkasında durup gözlerime tersten bakarak kilomu soruyor. Tuzak soru bu anladım da böyle soru mu olur kilo mu aldım acaba... diye düşünürken sağır eden bir çınlama ve uyku. İki buçuk saat sonra uyandığımda aklımda tek bir soru: "Kilo mu aldım acaba?" Kaldığım yerden devam ediyorum...

Bir kaç saat sonra annemler geliyorlar. Annem göstererek babam göstermeden ağlıyor. Anneme bakıp soruyorum: "Anne kilo mu aldım ben?" Sorduğum sorudan iyi olduğuma kanaat getirip neşelenerek annelere özgü kızmış taklidinden yapıyor.

Hastanede geçen sonraki iki gün etrafımda olan herkesi hayattan soğutuyorum. Düğmeye bastığımda gelen hemşirelerden süslü olanına gıcık olduğum için en çok onu soğutuyorum. Ziyaretçim, elinde bir kitapla geldiğinde süslü hemşire ve diğerlerinin kahramanı olduğunun farkında değil. O andan itibaren susup sayfalara gömülüyorum. Yakup Kadri'nin Ankara romanı ve pek  tabii Milli Mücadele yıllarını anlatıyor...

Doktor geldiğinde babamın yanında, sigara içmemem gerektiğinden bahsetmesin diye ona "Taburcu olmak" deyiminin kökenini anlatmaya girişiyorum. Modern tıbbın ülkemize askeri hastaneler ile gelmesinden mütevellit, askerlerin taburlara gönderilmesi anlamında kullanıldığını, dilimize buradan girdiğini ve hiç bir dilde karşılığı olmadığını anlatıyorum.Yemiyor. Bana sigara içmemem gerektiğini ve evlenip çocuk yapmam gerektiğini söyleyip hem annem hem babam tarafından mayın tarlasına atıp kapıya yöneliyor... Son anda henüz ölmediğimi fark edip, çıkmadan öldürücü vuruşu yapıyor: "Bir ay evde yatacaksın."

Şu an o bir ayın başlarındayım. Hayata kısa bir mola gibi. İlk anda süreyi kısa tutması için doktora rüşvet teklif etmeme ramak kalmasına rağmen ruhum dinleniyor sanki. Elbiselerimi tekrar dolaba; orada burada çantalarda çekmecelerde duran kitapları türlerine göre diziyorum. Uzun zamandır dinlemediğim plakları ilk kezmiş gibi dinliyorum. Elimde bir kuş tüyü fırça, tozlarımı alıyorum, yine ilk kezmiş gibi. İnsanın,yaşadıklarından payına düşeni alması için kendine zaman yaratması gerekirmiş, anlıyorum. Acele etmiyorum. Zamanla yarışmıyorum, onun atı var, ben kaykaylıyım. Yolculuklarımı, yollarda karşılaştığım, uçakta, trende sohbet ettiğim insanları zihnimden tek tek geçiyorum. Toplumda öyle gereksiz bir insan yığını var ki, onlardan bir yılda öğrendiğin şeyi, üç dakika karınca sürüsünün senkronize davranışlarını izleyerek öğrenebilirsin. Bu gerçek bir yana karşıma çıkan insanlar ve yaşadıklarımdan bana kalanın çokluğuna şaşırıp, antibiyotiğimi ertesi güne erteleyerek şansıma kadeh kaldırıyorum. 
Bundan iki ay önce kaldığım otelde lüks bir akşam yemeğinde, bahçede yere düşmüş Karahindiba çiçeğine dakikalarca gözüm takıldığı ana gidiyorum. Dayanamayıp topuklu ayakkabılarla bata çıka çimlere koşup tohumlarını üfledikten sonra ohh dediğim; yaptığım şeye çocukların kahkahalarla gülüp yetişkinlerin bana mülteci gibi baktığı sahneyi izliyorum. O an on iki yaşımın alnından öpmüş gibi hissettiğimi hatırlıyorum.

Korkularımı, hiç ölmeyecekmiş gibi duygularımı saklama telaşımı, içime taşmasına özen gösterdiğim cümleleri düşünüyorum. Hatırladıklarımı içimden çıkarıp başucuma koyuyorum.

Siyasi anlaşmazlıkların aramızdaki bağı yok ettiğini düşündüğüm kuzenimle hastane odasında sımsıkı sarılmamızı ve birini seviyor olmanın siyasi parti tüzüklerinin çok dışında bir şey olduğunu fark etmiş olmama seviniyorum.

Derin bir nefes alıyorum ve aldığım nefesin içine gerçeklik girmesine özen gösteriyorum. Toplumun akıl yoksunu ahlak kurallarının, sosyal medya yalnızlığının, ezbere kurulan cümlelerin, ezbere yaşanan hayatların ve aşk sanılan vasat hikayelerin, içime giren hava akımına dahil olmayacağı bir yer buluyorum kendime. 
Karınca evinin tam yanında.
Spartalı Khilon'un, Delphi Tapınağı'nın kapısına niye "nosce te ipsum" diye yazdırdığını bir aylık istirahatte anlıyorum.

Yaşadım diyebilmen için bunu en azından denemen gerekiyor. Aksi halde içine doğduğun yeryüzü, kopya çekerek geçtiğin ve bildiğimiz kadarıyla bütünlemesi olmayan bir dönemlik dersten ibaret kalacak. 

Nosce te ipsum; latince "Kendini bil." demek.


                                                                        ***


Not: Doktor meğer benim yaşımı sormuş, kilomu değil. Heyecandan ben yanlış anlamışım. 
Elli sekiz diye cevap verdim.










Hiç yorum yok:

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...