Eğik zeminler, tabaklardaki çizikler ve tabii parlament mavisi.



Artık daha çok susuyorum, dedi kadınlardan sarışın olmayanı. Anlaşılmak konusundaki sıkıntılarım ciddi boyuta ulaştığından beri anlatmaya üşenir oldum.

“Birbirimizi anlayabilmemiz için eşitlenmemiz gerekir” dedi kadınlardan sarışın olanı, “Eşitlenmemiz için ise, göğsümüzde aynı kayayı taşıyor olmamız gerekir.

Çünkü hatıralar zihninde, izleri ise göğüs kafesinde bir suyun içinde birikir. Biriktikçe sertleşip ağırlaşır. Senin kayan, kaç yaşından kalma ve ne kadar altında suyun; bilmiyorum ama, karşılıklı rakı içerken eşitlenir iki insan. Sarılıp uyurken, ayakları birbirine değdiği an eşitlenir. Farkına bile varmazsın, bir el, göğsünden bir kaya parçası alıp kendine koyar. Sevmek de, içmek de bir eşitlenme meselesidir özünde.”

-Bir aşkı bitiren de kot farkıdır o zaman.

+Çünkü kot farkı dediğin şey de, asansörle en üst kata çıkıp, penceresinde sokaktan geçen simitçinin göz hizasına gelmektir. Yükseklerde ya da zeminde oluşun, hangi cepheden baktığına bağlıdır çoğu zaman ve iki kişilik bir hayatı asla bir tek cepheye sığdıramazsın.

Otuz saniyelik sessizlikten sonra kadehlerini eğik zemine inşa edilmiş hayatlara kaldırdılar.

- İçindeki anlatma güdüsü, zamanla da törpüleniyor sanki. Büyüdükçe bir -Aman niye kasıyorum- hali hasıl oluyor. Karşılık bulacağı meçhul açıklamalarla vakit kaybedeceğime kendi içime dönerim, zaten dağınık etraf, bir el atar çeki düzen veririm diyorsun.

+ Bak işte gerçek yalnızlık, birileri seni terk ettiğinde değil, kendinle delikanlı bir ilişki kurabildiğin an başlıyor.

- Çöplerinle barışıyorsun.

+ Renklerinle tanışıyorsun. O andan itibaren yalnızlık karanlık bir yer olmaktan çıkıyor. Yalnızca o renkleri görebilen ve avuç içinde yeni renklerle gelebilen insanlarla ilişki kurmanın sana en uygun sosyalleşme şekli olduğu kanaatine varıyorsun, bir daha da asla aksi mümkün olmuyor.

- Bir gün biri bana avucunda çok güzel bir maviyle gelmişti mesela. O gittikten sonra ardında bıraktığı boşluk da mavi kaldı ve oraya her dokunduğumda imalı bir biçimde aynı şarkı çalıyor hala.

+ Çünkü o insan silueti şeklinde, araba şeklinde, bir küçük ev şeklindeki boşluklar, seninle yaşamaya devam ediyorlar. Dinlersen konuşurlar, o boşluklardan yükselen seslerde güzel anıların ve büyük günahların var.

- Bütün bu hesaplaşma bittiğinde, artık yalnızca kendin olmaktan başka şansın kalmıyor. Başka biri gibi davranmaya kalktığında; ya da insanlar, koşullar, yol ayrımları seni buna zorladığında, veyahut sırf kolayına geldiği için başkası olduğunda, sonunda mutlaka tökezliyorsun, yalpalıyorsun, etrafı kırıp döküyorsun.

+ Meyhanede önümüze gelen bu tabaklar mesela, baksana zamanın çizikleri ile dolu. Bu çiziklerde efkarlı sohbetler de var, büyük kutlamalar da; ilan-ı aşk da var, vedalar da. Sen de bu tabaklar gibi zamanın çizikleri ile dolusun. Dokun onlara, o çiziklerde kimselere anlatamadıkların var.

O sırada Adalı Rum Kızı, cezvesiyle birlikte iki fincan kahve getiriyor. Yarı Türkçe yarı İngilizce; “Buyrun, Greek Coffee” diyor.

“Hadi ordan” diyor kadınlardan sarışın olmayanı, düpedüz türk kahvesi bu! Turkish Coffee, ok?

Aralarında ufak çaplı bir kardak krizi yaşanıyor.

Son yudumlardan önce kadehleri son kez çınlıyor:

"Toplumsal hassasiyet çemberimizin kahve, yoğurt ve baklavadan öteye geçeceğine dair taşıdığımız cılız umuda, hakikatin bacakları üzerinde duran inadımıza, ummanda bir zerre olduğunu kendine sık sık hatırlatanlara, kot farkı yüzünden yitirilmiş aşklara, derinindeki maviden yükselen şarkıların imasına, kendiyle delikanlı bir ilişki kurabilmeyi başarmış iki kere rafine yalnızlara, artık giymediğin kot pantolonunun cebinden düşen pansiyon kartlarına, içimizdeki biçim biçim boşluklara, nadir olanın narinliğini bilip sahip çıkanlara, meyhane tabakları üzerindeki çizik çizik vedalara, ezberbozanlara, Nazım’a ve Vera’ya, Patti’ye ve hiç vazgeçmeyen Robert’a.

***
  -  Ne demişti Robert?
+ “Patti, Kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor… ”



 ***

Duydun mu bak hala Greek Coffee diyor...

Yemişim kahvesini, sana bişey olmasın...







Yirmi Beş Şubat İkibinonyedi, Chios.

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...