ben bugün bunu yaşadım.


öyle tek bir an geliyor ki, yaşadığın sürece hayata dair ne varsa hepsiyle ister istemez kurduğun bağları yok sayarcasına yabancılaşıyorsun yaşadığın dünyaya. sanki beyninde küçük bir nokta olarak başlayıp yavaş yavaş büyüyen sorular toplaşıp büyüyerek kocaman bir yumak halini alıyor ve sonra aniden.... zzzzztt! kısa devre. yabancılaşma anı. o anda nerede ve tam olarak ne yapmakta olduğuna, bulunduğun yere neden ve nerelerden geldiğine dair kafa yorarken buluyorsun kendini.

o kısa devre anında,herkes yaşamaya devam ediyor ben duruyordum. insanlar evleniyor, çocuk yapıyor, aşık oluyor, arkadaş ediniyor, sonra o arkadaşına aşık oluyor, dans ediyor, ağlıyor, kahkaha atıyor, ölüyor... ne bileyim bir yerlerde birileri devlet başkanı filan oluyor mesela. işte tam o esnada ben duruyorum.
trafikte durmak gibi birşey değil ama bu. arkamdan korna çalan filan yok.kaya tırmanışında aniden durup yüksekte asılı kalmak gibi olabilir belki. biliyorum çok anlamsız ama soruların yumak olup beynimde kısa devreye sebep olması da anlamsız zaten.

****

insan geçmişine baktığında ne görür?
tansu çilleri işerken hayal edip hınzırca gülen herhangi bir çocuk,sonra makyaj yapmayı öğrenmeler, annenin cımbızını çalıp kaşsız kalmalarla giden serpilme dönemi...

öyle değil işte.

"yozlaşın!" diye emrediyordu haber bültenleri biz büyürken. bize Mekdanılslar vaadediyorlardı, ilk gençlik yıllarımızdaki "fast-food" aşklarımızı yaşayabileceğimiz.
dövüşün! diyorlardı, en danışıklısından. dövüşmeden bize danışın.
NE'tekim biz doğmadan başlamıştı tüm bunlar. bizler, yeni dünyanın umut vaadeden nesliydik ve aramızdan idam sehpasında bile yakışıklı kahramanlar çıkmayacağından kirli avuçiçleri kadar eminlerdi.
tüketici hakları diye bas bas bağırıyordu caddelerde tabelalar biz büyürken. "tükenmek, en büyük hakkınız!" alt metniyle.
bu sırada kızlar büyümüş, kendi cımbızlarını edinecek yaşa gelmişlerdi, ama kuaför salonlarını tercih ediyorlardı artık. muhabbet esnasında hepsi teker teker beyinlerini unuttular o salonlarda, arkasından tanımadıkları evlerde bedenlerini. çünkü bilinçleri "fast-food" olmayı emrediyordu.
biz, büyüyorduk, ve tam da bu esnada, mesela tansu çiller, işte bizim gençliğimizin üzerine işiyordu.
*******
çok mu sosyo-politik yaklaştım.. bireysel geçmişime bakmaktan kaçtığımdan olmasın?

*****

kendime öyle yabancılaşmıştım ki bugün, alıştığım için artık görmediğim herşeyi gördüm.
örneğin yarabantları.çöplüğüm kullanmayı bilmediğim yarabantlarıyla dolu benim.

öyle ki, yaraların üzerine bant yapıştırırsan, havasız kalır, geç iyileşir. madem yapıştırdın bandı, geç iyileşmesine razısın, yalnız kimse görmesin istiyorsun,belli, ama ıslanınca düşer,bir işe yaramaz.velhasıl, sımsıkı bantladığın yaraların üzerine ağlamayacaksın.

ben bugün, o yarabantlarını avcumun içine bir bir toplayıp, attım. içimdeki çöpü sokağa boşalttım sonra. azbuz değil, epey bükülmüş olduğumu görmenin telaşıyla, bir kez daha dimdik duruyorum'u gösterme çabasıydı benimki. her zamanki gibi çocukçaydı...
-o değil de, bantları attım, yaralara ne oldu?-

yaralar-dı. Di'li geçmişime aitti hepsi ve benim hala acı-yor- olduklarını hissetme lüksüm yoktu. iltihap toplamış eski yaraların, bugünlerime geçmişten nurtopu gibi düşkırıklıklarını düşük yapmasına izin veremezdim, bu işin sonu kürtaj-dı. aldırdım, bende derin yara açmış, bugünüme doğmasına müsade etmediğim kırık dökük çocuk-luk-larımı...




not. bu blogun tarihi yanlış. bu yazının tarihi de yirmisekizmayısı yirmidokuz mayısa bağlayan gece dördü yirmi geçe.

Hiç yorum yok:

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...