like dreamers do.


buradan gitmeme kırksekiz saat civarı bir zaman dilimi kalmış gibi davranmıyorum hiç. eşyalarımı henüz yerinden oynatmamak bir kenara, sanki her geçen gün daha çok yerleşiyorum bu eve. "ev" diyorum çünkü şehrin kendisinden epey uzağım. zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyorum, bu da beni bu şehre bağlayan temel öğenin "evimiz" olduğu kanısını güçlendiriyor.
Bir şehirden başka bir şehre yol almanın eşiğindeki bir yetişkinden öte, hayatımda ilk kez büründüğüm, sorumluluk duygusu son derece güçlü bir öğrencinin ruh hali var üzerimde. Neyse, şehre geri dönünce girişeceğim patoloji programından bahsedip daha da sıkıcı olmak gibi bir niyetim yok.
***
Burada olduğum yedi ay içinde kendimi çok daha iyi tanıma fırsatı buldum. Bazen öyle şaşırdım ki...kendi kendimin beni bu derece şaşırtmasına içerlemedim de değil. Hayatın kendisi, idealler, hırslar, yetenekler, yeteneksizlikler, tahammülsüzlükler, aşk, dostluklar, kadınlar ve erkekler... meğer ne düşünüyor, ne hissediyormuşum hepsi burada çıktı ortaya. -İzmir beni tüketti, ben de İzmir'i- derdim hep oradayken. Bir şehirde uzun yıllar yaşamak, hep aynı kalmana, kısır döngüye dahil olmana sebep oluyormuş, aslında buymuş olay. İzmir, benim hep çocuk kaldığım şehir-miş.-buradan büyüyüp kocaman kız olduğum anlamı çıkmasın, yalnızca gözlem yeteneği biraz daha gelişmiş bir çocuk olarak geri dönüyorum o kadar.-
Olaylara, bir takım kavramlara ve çeşit çeşit insanlara bakış açını daha net görebilmek için, hiç tanımadığın bir şehrin ortasında, sırtında binbir türlü sorumlulukla öylece kalman yetiyormuş.
Bazen çok savunmasız olabileceğimi ve bunun gayet insani bir vaziyet olduğunu, aslında kapalı havalardan nefret ettiğimi, izmirde bunu hissediyor oluşumun, karakterimin sırf artistlik olsun diye bana oynadığı bir oyun olduğunu, "gurur" diye tabir edilen hissiyatın benim bildiğimden/inandığımdan çok daha başka birşey olduğunu,insanın aynı anda birçok şeyi yapabilmesi için günün yirmidört saatten daha uzun olması gerektiğini, karşındakine zarar verdiğini anladığın anda bırakıp gitmek gerektiğini, programsız yaşamaya başladığım anda öleceğimi ama aynı zamanda kendime programsız yaşamak için izin verdiğim zamanlarda çizdiğim bütün o keskin sınırların -hayati olan birkaçı hariç- anlamını yitirdiğini burada öğrendim.
Ayrıca, karşına çok ciddi, çok hayata dair, daha önce karşılaşmadığın ve büyüyor olduğuna dair sinyaller veren bir sorun çıktığı zaman, kendini mutlu etmek için, cebinde üç kuruşla, iki buçuk kuruşa renkli şekerlemelerden alıp, buçuk kuruş toplu taşıma araçlarına yetmediğinden binbeşyüz saat yürürken beatlesın herhangi bir şarkısını söyleyerek eve geri dönüyorsan, bu durumdan çıkaracağın basit bir ders var. evet. gerçek sen, bu'sun. diğerleri gibi yeni moda güneş gözlüklerinden, kariyer hedeflerinden, pazarlama stratejilerinden bahsederkenki sen, hayatı kandırdığın nadir anlardan bir kaçı o kadar. Elinde rengarenk şekerlemelerle "like dreamers do" söylerken öbür elinle hayata nanik yapmak kadar da keyifli bir hadise yok.
Burada öğrendiklerimin en önemlisi ise şudur ki, değiştirebildiğin ufak davranış tarzları bir yana, çok karakteristik özelliklerini değiştiremiyosun vesselam... hiç uğraşma, olmadık yere düşmanlık etme benliğine... sırf bu kadar sana dair oldukları için sevebilirsin o çekilmez ruh hallerini. çünkü, daha savaşman gereken çok engel çıkacak önüne - çıkanlar çıkacakların habercisi- ve senin elindeki tek silahın; o başına bela, o üzerine yapışmış, ve farkında olmasan da her ayrıntısında isteyerek yaptığına dair binlerce imza taşıyan, karakterin...

Hiç yorum yok:

Vitrindeki Van Gogh

Kötü bir rüya gördüğümü söylediğimde, “Sus, sakın kimseye anlatma. Suya anlat. Akıp gitsin” derdi anneannem. Ben de koşa koşa bahçedeki ta...